
Le sang d’un poète, gerek Jean Cocteau’dan izlediğim ilk film olması gerek türü sebebiyle hakkında bir şeyler yazmayı kendim adına cüretkârlık olarak gördüğüm bir film. Yine de aldığım birkaç notu, dikkatimi çeken detayları yazmak istiyorum film beni çok etkilediği için. Filmin alışıldık bir olay örgüsü olmadığından spoiler uyarısı yapmak lüzumsuz olacak o yüzden direkt giriyorum yazıya.
Film dört bölüme ayrılmış. İlk bölümün adı “yaralı el veya bir ozanın yara izleri.” Bu bölümün başlangıcında yıkılmakta olan bir baca görüyoruz. Bacalar kirli havayı dışarı atmak için kullanılır yani evdeki, fabrikadaki veya artık her nerede kullanılıyorsa kirliliği bir nebze olsa arındırır, binaya ve binanın içindekilere nefes aldırır. Bu bacanın yıkılması olumsuz bir durum yansıtıyor çünkü kirliyi, kötüyü uzaklaştıran bir yapının yok olması orada yaşayan insanları, bu insanların nefes alışlarını etkiler. Baca imgesinden uzaklaşmadan ve filmin I. Dünya Savaşı sonrasında çekildiğini de göz önünde bulundurarak büyük resme bakmaya çalışırsak eğer bu bacanın yıkılışını toplumun devlete ve dine inanışının zayıflaması ve hatta yıkılması olarak yorumlayabiliriz belki. Koruyucu görev üstlenen devlet, felaketi önleyememiş ve hatta ona yol açmıştır. Yine koruyucu, arındırıcı, temizleyici işlevlerinde bulunduğu öne sürülen din (ve tanrı) bu felaketi engellememiş, olaya karışmamıştır bu yüzden insanların gözünde önceden çok değer verdikleri bu kurum ve inanışlar etkilerini yitirmeye ve yıkılmaya başlamışlardır. Tabii bu sadece inanışların yıkılışına değil pek çok şeye bağlanabilir. İnsanlar arası güven, önceden sürülen hayatlar ve dünya görüşleri, çeşitli kurumlar da çökmüştür o baca gibi.
Bacadan sonra karşımıza bir ressam çıkıyor ki kendisi bir yüz çizmektedir. Daha sonra bu resimdeki ağız hareket etmeye başlıyor, belli ki anlatacakları var. Ressam ise bu duruma şaşırıyor, hatta bundan korkmuşa benziyor ve çizdiği o ağzı eliyle sildiriyor. Bu silme eylemini engel veya sansür olarak alabiliriz çünkü karşısındakinin konuşmasını engellemiş ve onu susturmuştur. Susturduğu şeyin bir sanat eseri olduğunu da göz önüne aldığımızda sanata sansür konduğunu görüyoruz. Ressamın kendi sanatını sansürlemesi ise onun çevrenin nasıl etkisinde kaldığını veya çevreden nasıl korktuğunu gösteriyor.
Ressamın silmeye çalıştığı ağız, eline geçiyor yani silinmemiş oluyor. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın sanatın ve ifade özgürlüğünün önüne geçilemeyeceği (ya da aslında geçilmemesi gerektiği) anlamına gelebilir bu da. Ağız, ressamın sağ elinde yerini alıyor. Sağ el ya da daha doğrusu sağ, doğru ve mantıkla bağdaştırılır (basit düşündüğümüzde İngilizcede “right”: sağ ve aynı zamanda doğru anlamına gelir ve yanlış hatırlamıyorsam dinlerde de sağ ve sol taraf ile ilgili semboller var, İslam’dan da örnek verilebilir) bu yüzden de konuşmanın, elini ve dolayısıyla sanatını kullanmanın doğru olduğu çıkarımını yapabiliriz bu sağ el seçiminden.
Ressam, ağız eline geçtiğinde korkuyor ve bulunduğu yerin kapısını kilitliyor. Kendini korumaya alıyor bir nevi. Farklı olduğunu, konuşabildiğini, kısıtlamalara uymadığını başkasının görmesini ve bu yüzden de cezalandırılmayı istemiyor belki de. Ressam bu ağızdan kurtulmaya çalışıyor bir de ama o bunun için uğraştığında ağız konuşmaya başlıyor ve “Hava,” diyor. Ağız, nefes almak istiyor yani hayata kavuşmak, gerçek anlamda konuşabilmek istiyor.
Ağızdan öyle kurtulamayacağını anlayan ressam, elini bir heykelin ağzına götürüyor ve elindeki ağız heykele geçiyor, heykel de canlanıyor. Hava isteyen, yaşamak isteyen bu ağız, ressamda bulamadığı hayatı heykel ile canlanarak yakalıyor. Heykelin canlanması denilince benim aklıma direkt olarak Yunan mitolojisindeki Pygmalion geliyor. Pygmalion, kendi eseri olan heykel Galatea’ya âşık olur ve bu heykel Aphrodite sayesinde canlanır. Burada aslında kendi yarattığı şeye âşık olma dolayısıyla bir egoistlik var. Filmdeki ressam da önce elindeki ağzı öpüyor, o eliyle kendine sarılıyor ve kendini okşuyor daha sonra heykele dokunuyor. Ressamda da bir egoizm sezdim ben bu yüzden. Bir yandan da bir rahatlama var ama ressamda çünkü kendi elinde bulunan bu sansürsüz düşünceleri, sanatı ve gerçekliği başka bir şeye, heykele aktarmış oluyor böylelikle kendi yükünü azaltıyor.

İkinci bölüm: Duvarlar işitebilir mi?
Bu bölümde az önceki mekân değişip penceresiz, kapısız bir oda hâline geliyor. İçinden çıkıp kaçamayacağı bir odada bulunan ressam, susturmaya ve görmezden gelmeye çalıştığı düşünceleri, hatta ressamın kendi düşüncelerini çekinmeden aktarabilen heykel ile baş başa kalıyor. Odada bir de ayna var ve heykel, ressam aynanın içine girsin diye onu teşvik ediyor. Heykelin söyledikleri ressamın kendi yaratısı (ağzı o çizdiği için) olduğundan aslında ressam kendini, iç sesini duymuş oluyor heykelden. Aynanın içine girmeyi ise kişinin kendi benliğine girmesi ve bir yandan da aynada görünenden görünenin ötesine geçmesi dolayısıyla bilinçaltına geçiş olarak alabiliriz. Nitekim ressam da aynanın içine girdiğinde düşmeye başlıyor ki bilinçaltı adı üstünde altta, aşağıda olan, yüzeyden uzakta bulunan bir şeydir ve yer altı ile ilişkilendirilir hatta Türkçede bilinçaltına inmek diye bir tabir de var yanılmıyorsam, bu inmeyi de ressamın düşüşüyle bağdaştırabiliriz.
Ressam aynanın içine girdiğinde neler olduğuna geçmeden önce ressamın aynaya giriş ve daha sonra aynadan çıkış yönünü değerlendirmek istiyorum. Seyirciye göre sol taraftan aynaya giriyor ressam. Sol ise dindeki “kötü olan”la bağdaştırılmasından başka yaratıcılık ve bilinçaltıyla ve sağın doğruluğunun ve alışılagelmişliğinin tersi değişim ve başkaldırı ile de ilişkilendirilir. Örneğin bazı eserlerde hayatını değiştirmek isteyen karakter yolda yürürken asıl yönünden saparak sol tarafa yürümeyi seçer vs. Ressam da burada içinde bulunduğu o susmuş veya susturulmuş hayattan biraz vazgeçip kendi içine, bilinçaltına veya bir değişikliğe yol almıştır. Ressamın aynadan çıkışı ise sağ taraftan oluyor, sağı da yine doğruluğa ve alışılmış hayata dönme olarak alabiliriz.
Ressam, düşüşü sonucunda bir otele varıyor ve oteldeki odaları anahtar deliklerinden izlemeye başlıyor. Baktığı ilk odada bir adam vuruluyor ve ölüyor. Daha sonra bu sahne başa sarıyor ve adam tekrar vuruluyor. Burada savaşa, ölüme dair göndermeler görüyoruz. Aynı sahnenin iki kere tekrarlanması daha sonra yaşanacak olan II. Dünya Savaşı’nı da düşündüğümüzde iyice anlam kazanıyor. Savaş bitmeyecek ve tekrarlanacaktır, hatta bu bir döngüdür.
İkinci odanın anahtar deliği kapalı ama ressam onu açıyor ve bakıyor. Bu odaya anlatıcı “Çin’in gizemi” diyor. İçeriden muhtemelen Çince konuşmalar geliyor ama benim izlediğimde bu kısımların çevirisi yoktu o yüzden hiçbir şey diyemeyeceğim bu konuda; ama tabii bu özellikle de yapılmış olabilir çünkü oda, gizem odası ve ressam da odada gördüklerinden bir şey anlamışa benzemiyor. Baktığımızda cinsel birleşmeyi semboller hâlinde görüyoruz bu odada ve hatta birleşmeden sonra da bir duman yükseliyor ki ben bunu “keyif sigarası” olarak yorumladım kendimce. Daha sonra ise çekik gözlü birisi anahtar deliğinden ressama bakıyor ve ressam oradan çekiliyor. Bu odada neye gönderme yapıldığını anladığımı söyleyemeyeceğim açıkçası. Batılılar Uzak Doğu’yu mistik ve bilinmez olarak görürler genelde o yüzden bu gizem yaratılmış olabilir; ama politik bir gönderme varsa bilemeyeceğim.
Üçüncü odanın kapısında bale pabuçları görüyoruz ve kapıda “uçuş dersleri” yazıyor. İçeride ise küçük bir kız çocuğu var ve oldukça mutsuz görünüyor. Uçma eylemi özgürlükle bağdaştırılmasına rağmen içerideki kız çocuğu oraya kıstırılmış ve bir kadın onu kırbaçla eğitiyor. Eğitim sisteminin insanlara davranış şekli ve insanların isteklerini göz önünde bulundurmadan onları aynı şekilde zorla eğitmeye çalışmasına dair bir eleştiri barındırıyor olabilir bu oda.
Dördüncü ve son odada hipnoz etkisi gösterecek şekilde dönen halkalar ve şimdilerle klişeleşmiş bir nesne olan “psikologa gidince uzanılan koltuk”a benzeyen bir koltuk var bu yüzden de bu oda bana bir psikologun odasını çağrıştırdı. Koltukta ise önce bir erkek daha sonra ise bir kadın oluşuyor; ama bunlar aslında aynı kişiler. Burada yine Yunan mitolojisindeki Hermaphroditus geliyor akla, kendisi Salmanics ile birleşerek çift cinsiyetli oluyor ki biyolojide hem erkek hem kadın cinsel organları bulunduran canlılara hermafrodit denilmesi de buradan geliyor. Bu odada da Hermaphroditus var ve sahnenin sonunda karakterin cinsel organının bulunduğu yerde “ölümcül tehlike” yazısı çıkıyor. Burası pek çok şekilde yorumlanabilir sanırım; ama savaş durumu düşünüldüğünde kadın da olsa erkek de olsa herkesin ölüm tehlikesinde bulunduğunu ve başta da dediğim psikolog odası benzerliğinden ölümcül tehlikede olmasalar bile bu insanların psikolojik olarak da çeşitli yaralar aldığını anlatmaya çalışıyor olabilir bu oda.
Ressam bu bilinçaltı-otelinden kendini bir silahla vurarak çıkıyor ve aynanın içinden çıktıktan sonra da aynaya girmesini söyleyen heykeli parçalıyor. Bu parçalamanın akabinde ise kendisi bir heykele dönüşüyor.

Üçüncü bölüm: Kar topu savaşı
Bu bölümde küçük çocuklar, ressamın heykelinin yanında kar topu oynuyorlar. Bölümün adında da “savaş” geçtiği için çocukların bu oyunlarının aslında dışarıdaki büyük savaşa gönderme olduğunu çıkarabiliyoruz ya da savaşın çocuklara kadar bile indiğini söyleyebiliriz. Bu çocuklar ressamın heykelini yıkıyor. Kimlerin heykeli dikilir ve kar topundan da olsa savaş esnasında ya da sonrasında yıkılır diye düşündüğümüzde ise buradan siyasal göndermeler yakalayabiliriz.
Kar topu savaşı esnasında bir kabadayı (oradaki çocuklardan daha büyük biri) çocuklardan birini kar topu ile yaralıyor ve hatta öldürüyor. Bölüme kar topu savaşı denilmesi ise burada anlam kazanıyor çünkü kar, bir silah hâline geliyor. Yerde yatan çocuğun etrafına diğer çocuklar toplanıyor ama daha sonra dağılıyorlar. Bu toplaşan çocukları ise toplum ya da diğer ülkeler olarak alabiliriz. Kavga ya da savaş sırasında gelip öylece bakan, duruma müdahale etmeyen ve sonra da kaçan tipler bunlar.
Dördüncü bölüm: Ev sahibinin kutsal değerlere saygısızlığı
Yerde yatan çocuğun ağzından kanlar süzülüyor ve filmin anlatıcısı akşamın ne kadar güzel olduğundan bahsetmeye başlıyor. Bu esnada ise eğlenceli bir müzik giriyor ve çocuğun yanı başında ressam ile bir kadın kart oynamaya başlıyor. Daha sonra üst sınıftan oldukları belli olan insanlar localarına yerleşiyor ve bu görüntüyü izlemeye başlıyorlar. Orada bir çocuk ölürken akşamın güzelliğinden bahsedilebiliyor, insanlar oyun oynayabiliyor, üst sınıfsa bunu bir tiyatro oyunuymuşçasına izleyebiliyor. Toplumun ve sınıfların duruşuna eleştirel olarak bakabiliyoruz bu bölümde.
Ressamın oyunu kaybetmemesi için çocuğun cebinden kart alması gerekiyor. Bir oyunu kaybetmemek için ölü bir çocuğa uzanabiliyor, onun cebinden bir şey alabiliyor ressam ama onun ölülüğüyle ilgilenmiyor bile; derdi oyunu kaybetmemek sadece. Bu oyunu da az önceki kar topu oyunu gibi savaş olarak alırsak ölülere bile saygı göstermeyen, sadece savaşmak ve kazanmakla ilgilenen insanlarla karşılaşmış oluyoruz. Ressamın hilesini çocuğun koruyucu meleği açığa çıkarıyor ve ressamın yüzünde suçlu bakışlarını görebiliyoruz. Arkada aynı zamanda uçak sesleri yükseliyor ki bunların savaş uçağı olduğunu varsayabiliriz. Ressam daha sonra dayanamayıp kendini vuruyor ve bu sahneyi izlemekte olan üst sınıftan bir alkış kopuyor ve biz yine üst sınıfın kaypaklığına tanık olmuş oluyoruz. Onlar için bu bir eğlence ve vakit geçirme aracı, o kadar.
Uzattıkça uzattım sanırım ama filmi izlerken bile sayfalarca not almışım. Neredeyse her karesinde bir metafor ya da gönderme bulunan filmleri izlemek de anlayıp çözümlemeye çalışmak da oldukça güç bir şey o yüzden daha da abartmayıp burada kessem iyi olacak.