Salı, Eylül 30, 2014

Ookami kodomo no Ame to Yuki (2012), yön. Mamoru Hosoda

image

Ookami kodomo no Ame to Yuki, bir kurt adama âşık olan Hana’nın hikâyesini anlatıyor. Filmin konusunu okuduğumda biraz tereddütte kalmıştım ama Mamoru Hosoda’nın diğer animelerinden etkilendiğim için izlemeye karar verdim filmi. Tereddüdümün ne kadar yersiz olduğunu da filmin ilk birkaç dakikasında anladım zaten.

Hana, bir üniversite öğrencisidir ve bir derste etrafına bakındığında diğer herkesin ders dışı şeylerle uğraştığını, bir tek kendisinin not aldığını görür. Daha dikkatli baktığında ise kendisi haricinde başka bir gencin de dersi dikkatle dinlediğini ve gayretle not tuttuğunu görür. Kendisine benzemesi sebebiyle olacak, Hana bu çocuğu merak etmeye, ona ilgi duymaya başlar ve onunla konuşmaya çalışır. Anime dünyasında ufak bir bakış ile bile gelişebilen bir samimiyetle kısa sürede bu iki karakter birbirlerini anlamaya ve sevmeye başlarlar. Genç adam, hakkındaki gerçeği Hana ile paylaşır, ona bir kurt adam olduğunu söyler. Hana bu durumu doğal karşılar, bu karakterlerin sevgisi büyür ve sonunda yukarıda görseli bulunan tatlı mı tatlı iki çocuğun (Yuki ile Ame) ebeveyni olurlar. Baba ne yazık ki çok uzun süre yaşayamıyor, kendisini filmin daha başlarında uğurluyoruz. Çocukları için yiyecek ararken bir kanala düşüp ölüyor. Bu durumu kurt formunda yaşadığı için bir cenazesi bile olmuyor babanın, Hana sevdiği adamın bir çöp arabasına atılıp parçalandığına şahit oluyor. Bu iç parçalayıcı birkaç dakikadan sonra çocukların hayatına odaklanıyor film. Başlarken Hana’nın hikâyesi demiştim ama aslında çocukların hikâyesi bu, onların büyüyüp gelişmesi ve kendilerini bulması ile ilgili. Çocuklar babalarının kanını taşıdıkları için önlerinde iki seçenek bulunuyor: kurt olmak ya da insan olmak. Film boyunca onların arayışına tanık oluyoruz. Hana’nın onlar için yaptığı fedakârlıkları da unutmamak gerekiyor tabii. Hana okulunu bırakıyor, şehir hayatını bırakıp neredeyse herkesten uzakta bir kırsala taşınıyor çocukları rahat rahat büyüyebilsin diye. Ebeveynler cefakâr ve fedakâr profiller çiziyorlar böylelikte.

Şu kurt adamlık meselesine değineyim. Bu filmde o alıştığımız dolunayda kurt adama dönüşüp vahşileşme, ona buna saldırma klişelerini görmüyoruz. Çocuklar istedikleri anda insan ve kurt formları arasında geçiş yapabiliyorlar, sinirlendikleri zaman kurt oluyorlar ama daha çok. İnsanlara saldıracak vahşilikte değiller, doğada gezinip hayvanları koşturuyorlar genelde.

Etraflarında başka kurtlar olmadığı için türlerini kitaplardan öğrenmeye çalışıyor çocuklar, bilindik masalları okuyorlar örneğin içinde kurt bulunduran. Bunları düşünürsek eğer hepsinde kurtlar kötü resmedilmiştir, vahşi ve saldıran yaratıklardır bunlar ve insanlar onlardan ölesiye korkar, genelde de kurtları öldürürler. Bunları okuyan çocuklar dehşete düşüyor ve insanlardan korkmaya başlıyorlar tabii. Burada ise bu kurtluk meselesini tekrardan düşünmemiz gerekiyor. Çocuklar burada toplumdaki bireylere benzemeyen hatta topluma aykırı düşen bireyler, farklılar ve kendilerine göre yaşayabilmek için toplumdan kopmaları gerekiyor. Buradaki bir outsider profili. Kimseye bir zararı dokunmasa bile sırf farklı olduğu için dışlanan, toplumun ondan korktuğu ama aslında toplumun onda korku yarattığı bireyler bunlar. Günümüzdeki pek çok şeye bağlayabiliriz bunu, modern hayata uymayan bireylerden tutun da cinsiyet tercihlerine kadar. Neden kurt diye düşünürsek eğer kurtlar özgürlüğü ve bilgeliği simgeleyen hayvanlardır. Burada da karşımızda farklı karakterler var ve kendilerince bir bilgeliğe sahipler ve özgürce yaşayabilmek istiyorlar. Konuya ister böyle derin anlamlar yükleyelim ister de dümdüz bir kurt - insan hikâyesi kabul edelim, film bir kimlik arayışı, kendini keşfetme ve kabul etme mücadelesine bağlanmış oluyor.

Çocukların önünde iki seçenek olduğunu söylemiştim, içlerinde iki tür barınıyor çünkü ve bunlardan hangisini yaşamak istediklerine karar vermek onlara kalmış bir şey. Yuki başlarda kurt olmaya bayılıyor örneğin, koştursun zıplasın etsin, hayat onun için böyle geçiyor. Ame ise çekingen ve daha içine kapalı bir çocuk. Okuduğu masallardan ötürü de kurt olmaktan çekiniyor. Filmin sonrasında ise roller değişiyor ve Yuki elinden geldiğince kibar ve narin bir genç kız olmaya çalışırken Ame dağlara taşlara tırmanıp doğa hayatını, ait olduğu yerleri ve dolayısıyla kendi kurt kimliğini keşfetmeye başlıyor. Bu kimlik arayışı sahnelerinde daha önce de bahsettiğim aynalar kullanılmış kimi yerde, özellikle Yuki için. Ben kimim, iki yüzüm var ama hangisi benim vs. sorgulamaları için müthiş bir nesne bu ayna. Yuki aynada bir kendine, bir insan arkadaşlarının yüzlerine bakar. Sonraları ise gördüklerini yansıtır kendine, örneğin kurt olarak dolaştığı zamanlardaki gibi böcekleri, hayvanları toplayıp onlarla oynamaz; diğer kız arkadaşları gibi olmaya çalışır. Ame ise bu hayatı sürdüremeyeceğine karar verip başlardaki o çekingen ve insan sevmeyen hâllerine uyan yalnız kurt kimliğine bürünür. 

Belki çok tanıdık bir konusu var ve toplum ve bireysel farklılık üzerine verdiği mesajlar da çok açık ve alışıldık ama anime hâline getirilen hikâyelerin etkisi çok başka oluyor bana göre. 

Filmin sonunda çalan şu güzelliği de bir dinlemek lazım. Niye Japonca bilmiyorum diye diye ağlıyorum ben dinlerken.

Suna no onna (1964), yön. Hiroshi Teshigahara

image
Suna no onna hakkında bir şeyler yazmayı kendim adına yine cüretkârlık olarak görüyorum; ama günlerdir kafamı kurcaladığı için de yazmadan duramadım. Film, Kôbô Abe'nin aynı adlı romanından uyarlanmış. İzledikten sonra bu kitabı mutlaka okumalıyım diye düşündüm; ama edinmesi zor bir kitap olacak.

Her neyse, filme döneyim. Niki Jumpei, entomoloji ile ilgilenen bir öğretmendir. Birkaç günlük tatilini bir köyde, çeşitli böcekleri araştırıp toplayarak geçirmeyi planlamıştır. Burası deniz kıyısında, çöl denilebilecek derecede kumlarla kaplı bir köydür. Karşılaştığı yerliler vaktin artık geç olduğunu, köyden ayrılamayacağını; ama köyden birinin onu ağırlayabileceğini söylerler Jumpei'ye.  Jumpei bu teklifi minnettarlıkla kabul eder ve sorgulamadan etmeden yerlileri izler. Yerliler onu bir kum çukurunda bulunan bir eve götürürler, Jumpei bu çukura ipten bir merdivenle, zorlu bir yoldan iner; ama olanları hâlâ sorgulamaz çünkü yerlilere minnettar olmakla meşguldür. İndiği çukurda yalnızca bir kadın yaşamaktadır. Jumpei gelir gelmez ona "evin reisi"ymiş gibi davranmaya başlar kadın. Bu kadın bu çukurda çalışmakta, geceleyin çukurdaki kumları kazıp kutularla yukarıdaki yerlilere yollamakta ve geçimini sağlamaktadır. Kadın Jumpei'nin de bu işte onlara yardım edeceğini söyler yarım ağızla. Jumpei hâlâ şüphelenmez, sabahleyin uyanıp da merdivenin ortadan yok olduğunu ve o çukura hapsolduğunu anlayana kadar. Yerliler ona tuzak kurmuştur, Jumpei'nin oradan kendi başına çıkabilmesi neredeyse imkansızdır. Jumpei bu olanlara inanamaz önceleri, bağırır, haykırır, bu olayın saçmalığından dem vurur, "beni burada tutamazsınız, bana bunu yapamazsınız," der durur; ama hiçbir şey değişmez. Bir yerden sonra köylülerin dediklerini yapması ve çalışması gerekmektedir yoksa orada aç ve susuz kalıp ölecektir, onlara yiyecek ve içeceği getirenler köylülerdir çünkü. Jumpei bir yandan bu olaya alışmış görünüp bir yandan da kaçış planları yapar. Evde kadınla da işler ilerlemiştir tabii. Filmin sonunda kadının bir çocuğu olacakken Jumpei sonunda kaçma imkanı bulur; çukurdan çıkar, köyün deniz kenarına gider. Daha sonra ise çukura geri dönüp, nereden geldiğini anlayamadığı ama bir tenekede biriktirmeye başladığı suyu inceler.

Filmin olay örgüsü böyle. Bunu biraz daha derine inerek incelemeye çalışacağım şimdi.

Jumpei, bu köye böcek toplamak ve hatta mümkünse yeni böcek türleri bulup isminin literatüre geçmesini sağlamak için geliyor. Onun bu "böcek toplama" eylemi ise kendi başından geçenlerle örtüşüyor. Yaşam ortamından ayırıp küçük şişelere hapsettiği bu böcekler, Tokyo'dan ayrılıp bir çukura hapsolan Jumpei ile özdeşleşiyor. Dediğim gibi, Jumpei isminin literatüre geçmesini istiyor hatta bu konuda bir hırsı var bile diyebiliriz. Bu yüzden ben kendisini gerçek bir bilim insanı sayamıyorum; bilime katkı sağlamaktan çok kendini düşünüyor çünkü.

Deniz kenarında çöl düşüncesi de ilginç bir şey. Deniz, çok zengin bir imge. Rahatlık, özgürlük, ferahlık, yaşam gibi pek çok şey ile bağdaştırılabilir. Kum ise bu ifadelere zıtlık oluşturuyor. Film sürecinde de pek çok kum fırtınası yaşanıyor ve kumda boğuluyor gibi hissediyorsunuz. Bu yüzden Jumpei'nin içine düştüğü çukuru kıstırılmışlık, sınırlandırılmışlık olarak görebiliriz. Deniz pek çok yerde sonsuzluğu da simgeler, çoğu zaman başlangıç ve bitiş yerini göremediğimiz için. Denizin bu sonsuzluğunu bu filmde insanın önüne sunulan fırsatlar, hayatın açıklığı olarak düşünebiliriz. Böylece Jumpei yine kıstırılmış, hayatından ve yaşayabileceği şeylerden uzaklaştırılmış oluyor.

Filmde kadın ile Jumpei'nin hayata bakışları çok farklı. Kadın, küçük bir köyde bir çukurun içinde yaşıyor ve hayatında oradan başka hiçbir yer görmemiş, görmeye pek hevesli de değil. Muhtemelen sonu asla  gelmeyecek bir kum taşıma işini sürdürüyor ve bundan hayıflanmıyor. Jumpei ise köye düşmeden önce Tokyo'da yaşıyordu ve gezip görmeye meraklıydı. Bu iki zıtlığın arasında geçen diyaloglar çok önemli. Mesela Jumpei burada yaşamaya nasıl katlanıyorsun, çok sıkıcı ve yorucu diyor kadına. Kadın ise asıl dışarısının, değişikliğin onu yoracağını söylüyor. Jumpei zaten sürekli bir isyan hâlinde, hiçbir zaman böyle yaşamaya alışmayacağım, dışarıda nasıl güzelliklerin olduğunu, önümde nasıl kapıların açılabileceğini biliyorum beni buraya kapatamazsınız vs. diye höykürüyor sürekli. Üstte anlattığım deniz imgesi üzerine bir de filmin son sahnesini, Jumpei'nin denizi görüp vazgeçtiği, çukurdaki küçük su birikintisine döndüğü sahneyi düşünmek gerekiyor burada. Jumpei de kıstırıldığı bu hayata alışmış, dışarının değişkenliği ona korkunç ve yorucu gelmeye başlamıştır. Başkaldırdığı, eleştirdiği hayat stilini sürdürmeye karar vermiştir. Büyük resimden, derin ummanlardan, hayatın çeşmelerinden vazgeçip bir monotonluğa gömülmeyi tercih etmiştir.
image

Çukur imgesine geçelim şimdi de. Çukur, oyuk, mağara gibi imgeler rahim ile bağdaştırılır şekli dolayısıyla. Hatırlarsak mesela küçükken izlediğimiz çizgi filmlerde bile "doğa ana" bir ağaç kavuğunda ya da mağara ağzında belirirdi çoğu zaman. Bu filmde de çukuru rahimle, kadınlıkla bağdaştırabiliriz. Jumpei gelmeden önce burada sadece kadın yaşıyordu. Köyde de böyle kadınların yaşadığı pek çok çukur var ve yerliler de hepsine aynı şekilde davranıyor, dışarıdan gelen yabancıları buraya hapsediyorlar. Düşünüldüğünde rahim imgesininin doğurganlık, verimlilik ile bağdaştırılması gerekir aslında ama bu filmde bu konuda bir zıtlık doğuyor çünkü burası kumluk ve hatta çöl. Toprağın verimsiz olmasından öteye geçtiğimizde de bu çukurun insanın hayat enerjisini, verimliliğini emdiğini görüyoruz Jumpei'de olduğu gibi. Çukur - kadın ortaklığına dönersek bir de bu toplumun, yukarıdaki erkeklerin kadına, kadınlığa anca çukuru, "aşağıyı" layık gördükleri, kadınların varlıklarını bu çukura indirgedikleri yorumunu getirebiliriz.

Benim izlediğim çeviride köylüler kadına "Say" diye sesleniyorlar, o yüzden ben bunu kadının ismi olarak düşünmüştüm ama herhâlde başka bir şeymiş çünkü IMDb'de kadın, isimsiz olarak geçiyor. Bu kadının ismi yoksa eğer buradan iki çıkarım yapabiliriz: kadının kendi benliği yoktur veya kadın bütün kadınları temsil edecek şekilde onlarla özdeşleşmiştir. Bu film için ikisini de söyleyebiliriz sanırım çünkü bu kadının kendine ait bir yaşamı yok. Doğduğu köyün ona dayattığı kimliği kullanıyor, onların istediği hayatı sürdürüyor. Kendine ait bir hayali, düşüncesi, gelecek beklentisi de yok. Ayrıca bu kadın, köydeki diğer kadınlarla da aynı. Onlar da aynı hayatı sürdürüyorlar çünkü. Bu köyün daha büyük yaşam alanlarının simgesi olarak alınabileceğini düşündüğümüzde de bu köydeki kadınların diğer kadınların simgesi olabileceğine varıyoruz mantıken.

Kadın ile Jumpei arasındaki zıtlıktan bahsetmiştim. Bu zıtlığın bir de ilkel - medeni hâli var. Kadın hayatını sadece ye-iç-seviş-çalış döngüsünde geçiriyor. Jumpei ise Tokyo'dan, büyük şehirden gelmiş. Kendince düşünceleri, hayalleri, ilgileri olan, okuyup yazan bir adam. Bu yüzden film biraz kadın - erkek ayrımı yapıyor gibi görünüyor; ama genele bakıp düşündüğümüzde bu köyle ve köydeki toplumla ilgili bir şey biraz da. Köyde yaşayan erkekler Jumpei gibi değiller çünkü. Kadın gibi hep aynı hayatı sürdüren insanlar onlar da.

Çukur imgesine tekrar dönersek yer altı deyince genelde cehennem düşünülür. Jumpei de burada bir çeşit cehennemi yaşamaktadır, kendi hayatından ve kişiliğinden kopmuş, birilerinin buyurduğunu yaşamak zorunda kalmış, hayatı kelimenin gerçek anlamıyla zindana dönmüştür.

Köylülerin gelip Jumpei'ye "hadi kadınla sevişin de izleyelim," dediği bir sahne var. Bu ilginç bir sahne bana kalırsa. Ben bunu evlilik hayatıyla ilişkilendirmek istiyorum. Köylüleri toplum olarak aldığımızda ve evlilik kurumunu düşündüğümüzde, evlilik çoğu zaman toplum dayattığı için gerçekleşen bir şey diyebiliriz. Bizim toplumumuzda da bulunan "belirli bir yaşı geçtin, işini kurdun, askerliğini yaptın hadi bakalım evlen" algısı gibi. Buradaki cinsellik ile aslında yaşanılan şeylerin, cinselliğin, evliliğin veya herhangi başka bir şeyin, toplum görsün, toplum duysun, toplum onaylasın ve toplum istedi diye yapıldığını gösteriliyor.

Uçuk yorumlarıma devam edecek olursam köylülerin çukuru "yukarıdan" izlemesi zaten onları üst merci olarak damgalıyor ama bunu tanrıya bile bağlayabiliriz. En basitinden "göklerdeki babamız" diye bir ifade var, tanrı yukarıda, göktedir ve insanları "izler" buradaki köylüler gibi. Köylülerin bir kişiyi alıkoyması, onu bir yere kıstırması ve ondan oraya göre bir hayat sürmesini istemesi ile tanrının insanları yaratması, onlara belirli bir hayat alanı sunması bağdaşır görünüyor burada. Hayatın bir hapis olduğunu düşünen pek çok insan var zaten, bu film de bu düşünceye uyuyor. Jumpei'nin çukur dibindeki kumları toplamak gibi saçma sapan bir işle süren bir hayata hapsolmasını da bu düşünceye uydurursak insanların dünyadaki bu saçma sapan işlerle uğraşmaya hapsolduğunu bile söyleyebiliriz.

Belki abartılı çıkarımlar oldu bunlar, bilemiyorum; ama filmin her yanından bir simge fışkırıyor ve bunları anlamlandırmak da izleyiciye kalan bir şey sonuçta.

Secret Window (2004), yön. David Koepp

image

Secret Window, Stephen King'in 1990 yılında yayınlanan "Secret Window, Secret Garden" isimli öyküsünden uyarlanan bir film. Hiç Stephen King okumamış olan biri bile (örneğin ben) böyle bir uyarlamadan bir plot twist beklemesi gerektiğini bilir. Bu film ise bu beklentiyi karşılamak bir yana dursun, altına kategorilendiği gizem ve gerilim türlerinin hakkını şu kadarcık bile vermiyor. Öyküyü okumadığım için nasıl bir metin olduğunu bilmiyorum, filmden daha güzel ve anlamlı olduğunu varsayıyorum ama. Öykü 1990 yılında yayınlandığı için plot twist adına değişik ve yenilikçi bir metin sayılabiliyordu belki dönemine göre ama filmin çekim yılı 2004 ve benim izleme yılım da 2014 olduğu için bu "Bruce Willis aslında ölüymüş"vari senaryo bende izlerken "n'olur düşündüğüm gibi olmasın, n'olur" etkisi yarattı sadece. 

Mort Rainey, ünlü bir yazardır ve yeni kitabı üzerinde çalışmak üzere inzivaya çekilmiştir. Bu kaçışı ise karısının onu aldatmasıyla ilgilidir daha çok. Olayın üzerinden zaman geçse de, karısı onu bırakıp yeni sevgilisiyle yaşamaya başlasa da Mort, bu olayın üstesinden gelememektedir ve kitabına da odaklanamamaktadır. Mort'un bu çırpınma sürecinde John Shooter isimli bir adam çıkıp Mort'un onun öyküsünü çalıp kendi adıyla yayınlattığını iddia eder. Mort bu adamı önceleri ciddiye almaz ama Shooter, Mort'un hayatını etkilemeye ve ona zarar vermeye başlar. 

Olay genel olarak böyle. Mort'un kaçışı, olayı atlatamayışı, içindeki tükenmeyen sinir, isimlerdeki kelime oyunu (Mort - Latincede ölüm ve Shooter'ın ismindeki shoot - İngilizcede vurmak, filmin sonrasında bu kelime oyunu shooter - shoot her'e [vur/öldür onu] dönüyor) aslında pek çok ipucu sunmuş oluyor bize. Bu yüzden de şaşıracağımız bir şey kalmıyor filmde. "Shooter aslında Mort'muş."

Benim filme dair sevdiğim üç detay oldu. İlki -bundan kitapta daha çok bahsedildiğini düşünüyorum- bir yazarın hayatının yapıtlarını, yapıtlarının da hayatını etkilemesi döngüsü. İkincisi ayna imgesi. Filmde yansımalardan pek çok yerde yararlanılmış; ama en dikkat çekici olanı sonlara doğru aynaya bakarken Mort'un artık neyin ne olduğunu, Shooter'ın kim olduğunu anlamaya başladığı sahne. Ayna, günümüz eserlerinde bolca kullanılan bir simge. Kişinin bakıp kendini görmesi, kendinin ve içinin, kendi iç yüzünün farkına varması gibi anlamları var. Ayrıca kırılmış ve parçalanmış ayna da kişiliğin kırılması ve dolayısıyla çoğalması, yani çoklu kişilik veya başka kişilik bozukluklarını çağrıştıran bir şey. Yanlış hatırlamıyorsam bir yerde de aynanın iki dünya (iyi - kötü) arasında geçiş olması imgesine rastlamıştım. Kişi, aynaya baktığında aynanın ardında ne olduğunu bilmez. Bu "ardındalık" kişinin kendisinin ardında neyin gizli olduğu ile ilgili olabildiği gibi, kendine zıtlık oluşturan benliğine (iyi - kötü gibi) gönderme olarak da alınabilir. Bu filmde aynanın kırılmasını görmüyoruz ama kendinin farkına varma ve ardındakini, kötü benliğini görme olayları yaşanıyor yine de. Sevdiğim üçüncü detay yine bir imge: ev. Mort, Shooter'ın aslında kendisi olduğunu anladıktan sonra içinde yaşadığı evde çatlaklar oluşmaya başlıyor boydan boya. Ev, kişinin zihni ile bağdaştırılan bir imgedir. Zihin; bilginin, anıların ve daha pek çok şeyin evi sayılır dolayısıyla evde oluşan bu çatlaklar Mort'un zihninin ve kişiliğinin zedelenmişliğini, parçalanmışlığını yansıtmış olur.

Pazartesi, Eylül 29, 2014

Le sang d'un poète (1932), yön. Jean Cocteau

image

Le sang d’un poète, gerek Jean Cocteau’dan izlediğim ilk film olması gerek türü sebebiyle hakkında bir şeyler yazmayı kendim adına cüretkârlık olarak gördüğüm bir film. Yine de aldığım birkaç notu, dikkatimi çeken detayları yazmak istiyorum film beni çok etkilediği için. Filmin alışıldık bir olay örgüsü olmadığından spoiler uyarısı yapmak lüzumsuz olacak o yüzden direkt giriyorum yazıya.

Film dört bölüme ayrılmış. İlk bölümün adı “yaralı el veya bir ozanın yara izleri.” Bu bölümün başlangıcında yıkılmakta olan bir baca görüyoruz. Bacalar kirli havayı dışarı atmak için kullanılır yani evdeki, fabrikadaki veya artık her nerede kullanılıyorsa kirliliği bir nebze olsa arındırır, binaya ve binanın içindekilere nefes aldırır. Bu bacanın yıkılması olumsuz bir durum yansıtıyor çünkü kirliyi, kötüyü uzaklaştıran bir yapının yok olması orada yaşayan insanları, bu insanların nefes alışlarını etkiler. Baca imgesinden uzaklaşmadan ve filmin I. Dünya Savaşı sonrasında çekildiğini de göz önünde bulundurarak büyük resme bakmaya çalışırsak eğer bu bacanın yıkılışını toplumun devlete ve dine inanışının zayıflaması ve hatta yıkılması olarak yorumlayabiliriz belki. Koruyucu görev üstlenen devlet, felaketi önleyememiş ve hatta ona yol açmıştır. Yine koruyucu, arındırıcı, temizleyici işlevlerinde bulunduğu öne sürülen din (ve tanrı) bu felaketi engellememiş, olaya karışmamıştır bu yüzden insanların gözünde önceden çok değer verdikleri bu kurum ve inanışlar etkilerini yitirmeye ve yıkılmaya başlamışlardır. Tabii bu sadece inanışların yıkılışına değil pek çok şeye bağlanabilir. İnsanlar arası güven, önceden sürülen hayatlar ve dünya görüşleri, çeşitli kurumlar da çökmüştür o baca gibi.

Bacadan sonra karşımıza bir ressam çıkıyor ki kendisi bir yüz çizmektedir. Daha sonra bu resimdeki ağız hareket etmeye başlıyor, belli ki anlatacakları var. Ressam ise bu duruma şaşırıyor, hatta bundan korkmuşa benziyor ve çizdiği o ağzı eliyle sildiriyor. Bu silme eylemini engel veya sansür olarak alabiliriz çünkü karşısındakinin konuşmasını engellemiş ve onu susturmuştur. Susturduğu şeyin bir sanat eseri olduğunu da göz önüne aldığımızda sanata sansür konduğunu görüyoruz. Ressamın kendi sanatını sansürlemesi ise onun çevrenin nasıl etkisinde kaldığını veya çevreden nasıl korktuğunu gösteriyor. 

Ressamın silmeye çalıştığı ağız, eline geçiyor yani silinmemiş oluyor. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın sanatın ve ifade özgürlüğünün önüne geçilemeyeceği (ya da aslında geçilmemesi gerektiği) anlamına gelebilir bu da. Ağız, ressamın sağ elinde yerini alıyor. Sağ el ya da daha doğrusu sağ, doğru ve mantıkla bağdaştırılır (basit düşündüğümüzde İngilizcede “right”: sağ ve aynı zamanda doğru anlamına gelir ve yanlış hatırlamıyorsam dinlerde de sağ ve sol taraf ile ilgili semboller var, İslam’dan da örnek verilebilir) bu yüzden de konuşmanın, elini ve dolayısıyla sanatını kullanmanın doğru olduğu çıkarımını yapabiliriz bu sağ el seçiminden. 

Ressam, ağız eline geçtiğinde korkuyor ve bulunduğu yerin kapısını kilitliyor. Kendini korumaya alıyor bir nevi. Farklı olduğunu, konuşabildiğini, kısıtlamalara uymadığını başkasının görmesini ve bu yüzden de cezalandırılmayı istemiyor belki de. Ressam bu ağızdan kurtulmaya çalışıyor bir de ama o bunun için uğraştığında ağız konuşmaya başlıyor ve “Hava,” diyor. Ağız, nefes almak istiyor yani hayata kavuşmak, gerçek anlamda konuşabilmek istiyor.

Ağızdan öyle kurtulamayacağını anlayan ressam, elini bir heykelin ağzına götürüyor ve elindeki ağız heykele geçiyor, heykel de canlanıyor. Hava isteyen, yaşamak isteyen bu ağız, ressamda bulamadığı hayatı heykel ile canlanarak yakalıyor. Heykelin canlanması denilince benim aklıma direkt olarak Yunan mitolojisindeki Pygmalion geliyor. Pygmalion, kendi eseri olan heykel Galatea’ya âşık olur ve bu heykel Aphrodite sayesinde canlanır. Burada aslında kendi yarattığı şeye âşık olma dolayısıyla bir egoistlik var. Filmdeki ressam da önce elindeki ağzı öpüyor, o eliyle kendine sarılıyor ve kendini okşuyor daha sonra heykele dokunuyor. Ressamda da bir egoizm sezdim ben bu yüzden. Bir yandan da bir rahatlama var ama ressamda çünkü kendi elinde bulunan bu sansürsüz düşünceleri, sanatı ve gerçekliği başka bir şeye, heykele aktarmış oluyor böylelikle kendi yükünü azaltıyor.

image

İkinci bölüm: Duvarlar işitebilir mi?

Bu bölümde az önceki mekân değişip penceresiz, kapısız bir oda hâline geliyor. İçinden çıkıp kaçamayacağı bir odada bulunan ressam, susturmaya ve görmezden gelmeye çalıştığı düşünceleri, hatta ressamın kendi düşüncelerini çekinmeden aktarabilen heykel ile baş başa kalıyor. Odada bir de ayna var ve heykel, ressam aynanın içine girsin diye onu teşvik ediyor. Heykelin söyledikleri ressamın kendi yaratısı (ağzı o çizdiği için) olduğundan aslında ressam kendini, iç sesini duymuş oluyor heykelden. Aynanın içine girmeyi ise kişinin kendi benliğine girmesi ve bir yandan da aynada görünenden görünenin ötesine geçmesi dolayısıyla bilinçaltına geçiş olarak alabiliriz. Nitekim ressam da aynanın içine girdiğinde düşmeye başlıyor ki bilinçaltı adı üstünde altta, aşağıda olan, yüzeyden uzakta bulunan bir şeydir ve yer altı ile ilişkilendirilir hatta Türkçede bilinçaltına inmek diye bir tabir de var yanılmıyorsam, bu inmeyi de ressamın düşüşüyle bağdaştırabiliriz.

Ressam aynanın içine girdiğinde neler olduğuna geçmeden önce ressamın aynaya giriş ve daha sonra aynadan çıkış yönünü değerlendirmek istiyorum. Seyirciye göre sol taraftan aynaya giriyor ressam. Sol ise dindeki “kötü olan”la bağdaştırılmasından başka yaratıcılık ve bilinçaltıyla ve sağın doğruluğunun ve alışılagelmişliğinin tersi değişim ve başkaldırı ile de ilişkilendirilir. Örneğin bazı eserlerde hayatını değiştirmek isteyen karakter yolda yürürken asıl yönünden saparak sol tarafa yürümeyi seçer vs. Ressam da burada içinde bulunduğu o susmuş veya susturulmuş hayattan biraz vazgeçip kendi içine, bilinçaltına veya bir değişikliğe yol almıştır. Ressamın aynadan çıkışı ise sağ taraftan oluyor, sağı da yine doğruluğa ve alışılmış hayata dönme olarak alabiliriz.

Ressam, düşüşü sonucunda bir otele varıyor ve oteldeki odaları anahtar deliklerinden izlemeye başlıyor. Baktığı ilk odada bir adam vuruluyor ve ölüyor. Daha sonra bu sahne başa sarıyor ve adam tekrar vuruluyor. Burada savaşa, ölüme dair göndermeler görüyoruz. Aynı sahnenin iki kere tekrarlanması daha sonra yaşanacak olan II. Dünya Savaşı’nı da düşündüğümüzde iyice anlam kazanıyor. Savaş bitmeyecek ve tekrarlanacaktır, hatta bu bir döngüdür.

İkinci odanın anahtar deliği kapalı ama ressam onu açıyor ve bakıyor. Bu odaya anlatıcı “Çin’in gizemi” diyor. İçeriden muhtemelen Çince konuşmalar geliyor ama benim izlediğimde bu kısımların çevirisi yoktu o yüzden hiçbir şey diyemeyeceğim bu konuda; ama tabii bu özellikle de yapılmış olabilir çünkü oda, gizem odası ve ressam da odada gördüklerinden bir şey anlamışa benzemiyor. Baktığımızda cinsel birleşmeyi semboller hâlinde görüyoruz bu odada ve hatta birleşmeden sonra da bir duman yükseliyor ki ben bunu “keyif sigarası” olarak yorumladım kendimce. Daha sonra ise çekik gözlü birisi anahtar deliğinden ressama bakıyor ve ressam oradan çekiliyor. Bu odada neye gönderme yapıldığını anladığımı söyleyemeyeceğim açıkçası. Batılılar Uzak Doğu’yu mistik ve bilinmez olarak görürler genelde o yüzden bu gizem yaratılmış olabilir; ama politik bir gönderme varsa bilemeyeceğim.

Üçüncü odanın kapısında bale pabuçları görüyoruz ve kapıda “uçuş dersleri” yazıyor. İçeride ise küçük bir kız çocuğu var ve oldukça mutsuz görünüyor. Uçma eylemi özgürlükle bağdaştırılmasına rağmen içerideki kız çocuğu oraya kıstırılmış ve bir kadın onu kırbaçla eğitiyor. Eğitim sisteminin insanlara davranış şekli ve insanların isteklerini göz önünde bulundurmadan onları aynı şekilde zorla eğitmeye çalışmasına dair bir eleştiri barındırıyor olabilir bu oda.

Dördüncü ve son odada hipnoz etkisi gösterecek şekilde dönen halkalar ve şimdilerle klişeleşmiş bir nesne olan “psikologa gidince uzanılan koltuk”a benzeyen bir koltuk var bu yüzden de bu oda bana bir psikologun odasını çağrıştırdı. Koltukta ise önce bir erkek daha sonra ise bir kadın oluşuyor; ama bunlar aslında aynı kişiler. Burada yine Yunan mitolojisindeki Hermaphroditus geliyor akla, kendisi Salmanics ile birleşerek çift cinsiyetli oluyor ki biyolojide hem erkek hem kadın cinsel organları bulunduran canlılara hermafrodit denilmesi de buradan geliyor. Bu odada da Hermaphroditus var ve sahnenin sonunda karakterin cinsel organının bulunduğu yerde “ölümcül tehlike” yazısı çıkıyor. Burası pek çok şekilde yorumlanabilir sanırım; ama savaş durumu düşünüldüğünde kadın da olsa erkek de olsa herkesin ölüm tehlikesinde bulunduğunu ve başta da dediğim psikolog odası benzerliğinden ölümcül tehlikede olmasalar bile bu insanların psikolojik olarak da çeşitli yaralar aldığını anlatmaya çalışıyor olabilir bu oda.

Ressam bu bilinçaltı-otelinden kendini bir silahla vurarak çıkıyor ve aynanın içinden çıktıktan sonra da aynaya girmesini söyleyen heykeli parçalıyor. Bu parçalamanın akabinde ise kendisi bir heykele dönüşüyor.

image

Üçüncü bölüm: Kar topu savaşı

Bu bölümde küçük çocuklar, ressamın heykelinin yanında kar topu oynuyorlar. Bölümün adında da “savaş” geçtiği için çocukların bu oyunlarının aslında dışarıdaki büyük savaşa gönderme olduğunu çıkarabiliyoruz ya da savaşın çocuklara kadar bile indiğini söyleyebiliriz. Bu çocuklar ressamın heykelini yıkıyor. Kimlerin heykeli dikilir ve kar topundan da olsa savaş esnasında ya da sonrasında yıkılır diye düşündüğümüzde ise buradan siyasal göndermeler yakalayabiliriz. 

Kar topu savaşı esnasında bir kabadayı (oradaki çocuklardan daha büyük biri) çocuklardan birini kar topu ile yaralıyor ve hatta öldürüyor. Bölüme kar topu savaşı denilmesi ise burada anlam kazanıyor çünkü kar, bir silah hâline geliyor. Yerde yatan çocuğun etrafına diğer çocuklar toplanıyor ama daha sonra dağılıyorlar. Bu toplaşan çocukları ise toplum ya da diğer ülkeler olarak alabiliriz. Kavga ya da savaş sırasında gelip öylece bakan, duruma müdahale etmeyen ve sonra da kaçan tipler bunlar.

Dördüncü bölüm: Ev sahibinin kutsal değerlere saygısızlığı

Yerde yatan çocuğun ağzından kanlar süzülüyor ve filmin anlatıcısı akşamın ne kadar güzel olduğundan bahsetmeye başlıyor. Bu esnada ise eğlenceli bir müzik giriyor ve çocuğun yanı başında ressam ile bir kadın kart oynamaya başlıyor. Daha sonra üst sınıftan oldukları belli olan insanlar localarına yerleşiyor ve bu görüntüyü izlemeye başlıyorlar. Orada bir çocuk ölürken akşamın güzelliğinden bahsedilebiliyor, insanlar oyun oynayabiliyor, üst sınıfsa bunu bir tiyatro oyunuymuşçasına izleyebiliyor. Toplumun ve sınıfların duruşuna eleştirel olarak bakabiliyoruz bu bölümde.

Ressamın oyunu kaybetmemesi için çocuğun cebinden kart alması gerekiyor. Bir oyunu kaybetmemek için ölü bir çocuğa uzanabiliyor, onun cebinden bir şey alabiliyor ressam ama onun ölülüğüyle ilgilenmiyor bile; derdi oyunu kaybetmemek sadece. Bu oyunu da az önceki kar topu oyunu gibi savaş olarak alırsak ölülere bile saygı göstermeyen, sadece savaşmak ve kazanmakla ilgilenen insanlarla karşılaşmış oluyoruz. Ressamın hilesini çocuğun koruyucu meleği açığa çıkarıyor ve ressamın yüzünde suçlu bakışlarını görebiliyoruz. Arkada aynı zamanda uçak sesleri yükseliyor ki bunların savaş uçağı olduğunu varsayabiliriz. Ressam daha sonra dayanamayıp kendini vuruyor ve bu sahneyi izlemekte olan üst sınıftan bir alkış kopuyor ve biz yine üst sınıfın kaypaklığına tanık olmuş oluyoruz. Onlar için bu bir eğlence ve vakit geçirme aracı, o kadar.

Uzattıkça uzattım sanırım ama filmi izlerken bile sayfalarca not almışım. Neredeyse her karesinde bir metafor ya da gönderme bulunan filmleri izlemek de anlayıp çözümlemeye çalışmak da oldukça güç bir şey o yüzden daha da abartmayıp burada kessem iyi olacak. 

Roozi ke zan shodam (2000), yön. Marzieh Makhmalbaf

image

Roozi ke zan shodam, hayatlarının ayrı evrelerinde bulunan üç kadının hikâyesini anlatıyor. İlk olarak Hava'yı görüyoruz. Dokuz yaşına basan Hava, artık dışarıda oyun oynayamayacağını (özellikle de erkeklerle) ve örtünmesi gerektiğini çünkü bir kadın olduğunu öğreniyor. İkinci öyküde Ahoo, kocası onaylamadığı hâlde bir bisiklet yarışına giriyor ve daha pek çok şeyle yarışıyor. Son olarak ise Hoora'nın hayatına tanık oluyoruz. Hoora, yaşlı bir kadın ve eline miras dolayısıyla epeyce bir para geçmiş. Bu parayı ise önceden hep sahip olmak istediği; ama bir türlü elde edemediği şeyleri almak için kullanıyor.

Bundan sonrası spoiler içerir.

Dokuz yaşına geldiği için birden kadın olduğuna "karar verilen" Hava'nın hikâyesinin açılışında denizin ortasında siyah yelkenli bir sal görüyoruz. Deniz; yaşam, yeniden doğum ve özgürlük gibi pek çok şeyin sembolüdür. Hava da bir bakıma yeniden doğmuş sayılabilir çünkü önceki kimliğini, çocukluğunu geride bırakmış ve bir kadın olmuştur, o artık yeni biridir (çevresindekilerin söylediklerine göre). Hava'nın özgürlük durumuna bakacak olursak eğer daha dün arkadaşlarıyla rahatça oyun oynayabiliyor, başı açık gezebiliyorken bugün hayatını tamamen değiştirmesi gerektiği söylenmektedir ona. Çocuk aklı ve yüreği ile pek de kavrayamadığı bu durum, onun bedenini ve hayatını kısıtlamaktadır. Siyah yelken ise kara haber ya da ölüm ile bağdaştırılabilecek negatif anlamlı bir nesnedir ve önce bahsettiğim deniz imgesinin tüm o ferahlığı ve olumluluğuna karşıt düşmektedir. Hava'nın yeni biri hâline gelmesi, onun önceki kişiliğinin ölmesi ile olabilir ancak ve burada da Hava aslında çocukluğunu kaybetmemiş olsa da etrafı tarafından sırf belirli bir yaşa geldiği için o eski kimliğini bir kenara atması dolayısıyla öldürmesi gerektiği söylenmektedir. Bu başkalarının düşünceleine göre gerçekleşen "büyüme" durumu, dışarıda koşup eğlenmesi gereken bir çocukta kara haber etkisi yaratır. Çocukluğu bir kenara bıraksak bile toplumun sizin adınıza ne yapacağınıza karar vermesi, sizi "kapatması" zaten başlı başına bir kısıtlanma dolayısıyla da kötü bir haberdir. Bu yelkenin Hava'nın başörtüsünden yapılmış olmasını göz önünde bulundurduğumuzda tüm bunlar anlam kazanıyor.

image

İkinci öyküye de bir özgürlük simgesiyle, dört nala koşan bir at ile başlıyoruz. Bu atı ise bir erkek sürdüğünden özgürlüğün kimin elinde olduğu belli oluyor. Atı süren bu adam, bir süre sonra bisiklet süren kadınlarla karşılaşıyor. Ahoo, kocasının isteklerine karşı gelip bisiklet yarışına katılmıştır ve kocası onu durdurabilmek için arkasından atla gelmektedir. Bütün kadınların simsiyah, adamın ise beyaz giyinmiş olmasından ve baştaki at-bisiklet bağlantısından bu iki cinsiyetin birbirine karşıtlık oluşturduğunu ve birbiriyle çatışma hâlinde olduğunu söyleyebiliriz. Erkek egemen sistemde çoğu zaman kadınlar doğa ile erkekler ise medeniyet ile bağdaştırılır; kadınlar yalnızca duyguları ve içgüdüleriyle hareket ediyormuş gibi düşünüldüğünden onları hayvanlara ve doğaya daha yakın bulurlar, erkekler ise düşünce gücü ve mantıktan asla uzaklaşmaz gibi gösterilir bu yüzden onlar doğadan daha kopuk resmedilir. Burada ise tam tersini görüyoruz. Adam, doğanın temsili bir atı sürerken kadın, endüstriyel üretim bir bisikleti, medeniyet göstergesini sürüyor. Bu durumda baktığımızda erkek, gücünü doğadan, kanunlardan, kurallardan, şeriattan, toplumdan vs. almaktadır yani neredeyse her şey onun arkasındadır. Kadına baktığımızda ise dört nala koşan bu atın karşısında kadının pedalı çevirebilmek için sadece kendi ayaklarına, kendine güvenebileceğini görüyoruz çünkü onu destekleyen hiçbir şeyi yok. Kadın tamamen yalnız ve böyle de savaşmak zorunda.

Kocasının sözünden çıkıp katıldığı bu yarış, yalnızca bir bisiklet yarışı değil; bir savaş Ahoo için. Ahoo'nun peşinden önce kocası geliyor, sonra kocası bir molla getirip karısını geri dönmesi için ikna etmeye çalışıyor, dönmeyince de molla onları oracıkta boşuyor; daha sonra ailesinin büyükleri onları rezil ettiğini söyleyerek geri dönmesini istiyorlar ondan. Ahoo, belli ki istemediği bir hayattan kaçıyor. Kocasından, kendisine dayatılan "itaatkâr kadın" kimliğinden ya da direkt o toplumun biçimlendirdiği kadın profilinden, özgürlüğünün kısıtlanmasından, asla yanında olmayan aile bireylerinden, ona arkadaşça bakamayan diğer kadınlardan ve daha nicesinden bir kaçış bu yarış. Ahoo, dönmemekte diretse de bu kaçışında arkasına bakmadan da edememektedir. İnsan; geçmişinden, içinde yaşadığı toplumdan, normlardan ne kadar kaçabilir? Ahoo da kaçamıyor ve bir yerden sonra aile bireyleri tarafından durduruluyor.

Bu ikinci öyküye dair bir de mollanın dediği şeylere değinmek istiyorum. Molla, bisikletin şeytan işi olduğunu söylüyor bu yüzden de Ahoo'nun bisikletten inmesini istiyor. Kadınlar da dinlerde genel olarak şeytani varlıklar olarak görülürler; şeytan tarafından baştan çıkarılmaları ve ona kanmaları kolaydır, kendileri de çeşitli planlarla veya güzellikleriyle şeytan rolüne bürünüp erkekleri baştan çıkarabilirler; bu yüzden de kadınların bu erkek egemen sistemin "şeytan işi" olarak adlandırdığı şeyleri yapması, kadınların içlerinde bulunan o şeytani özelliklere bağlanır. Bu şüphesiz ki bir önyargıdan, kadını kötüleyip aşağılayarak ötekileştirmekten başka bir şey değildir. Molla bir de bir yerde "Bu duruma ne Allah ne de ben izin veririm," diyor. Bu söz, sistemin bir erkeğe ve din adamına nasıl bir güç sağladığını ve onu (ne uğruna?) delicesine yücelttiğini gösteriyor.

image

Üçüncü öykünün açılışında küçük yaşta çocuklar görüyoruz. Çocuklar gelecek günleri temsil etmeleri açısından bir umut simgesi olarak alınırlar genellikle; ama burada bu durum öyle değil. Bu çocuklar, biraz olsun para kazanabilmek için çeşitli getir-götür veya taşıma işleri yapan çocuklar. Onların durumuyla bu öykümüzün kahramanı olan Hoora'nın elindeki parayı çeşitli yerlere kolayca harcamasını birlikte düşündüğümüzde önümüze yine bir karşıtlık çıkıyor. Geleceğin insanları sürünürken ve biraz olsun para kazanabilmek için didinirken yaşı geçmiş ve hatta ölmeye yaklaşmış insanlar paralarını rahatça harcamakta ve diğerlerini düşünmemektedirler. 

Hoora'ya dönersek eğer kendisi muhtemelen sefalet içinde geçen bir hayat sürmüş ve şimdi ona epey miktarda para miras kalmış. Bu parayı da önceki hayatında hep istediği ama durumu elvermediği için alamadığı eşyaları almak için kullanıyor. Yatak, buzdolabı, küvet gibi bir evi düzmek için gereken eşyaları alıyor. Bu durumu gören insanlar da ona "Sen zaten yaşlısın bu eşyaları ne yapacaksın, biz genciz bunlar bizde olsaydı," diyerek tepki gösteriyorlar. Hoora'yı bu durumda para harcama meraklısı olmaktan çok, o asla elde edemediği şeylerle kendi bireysel eksikliklerini tamamlamaya çalışan biri olarak görebiliriz. Bu yaşına kadar bir şekilde yaşamış; ama başka biri nasıl olunurdu, başka bir hayat nasıl sürülürdü onu merak ediyor. Hoora'nın ona göre en büyük eksikliği ise bir çocuğunun olmaması. Ona yardım eden çocuklardan onun çocuğu olmalarını istiyor; ama bu tabii ki mümkün değil. Alışverişten sonra bir şeyi almayı unuttuğunu, bir şeyin hep eksik kaldığını ve kalacağını söyleyen Hoora, bu çocuk eksikliğinden ve bu eksikliğin tamamlanamayacağından söz ediyor.

Filmin adı Kadın Olduğum Gün. İlk öyküde kadın olduğu ona "haber verilen" bir çocuk gördük dolayısıyla kendisi kendiliğinden kadın olmuyor, o hâlâ bir çocuk. İkinci öyküde ona dayatılan şeylerden kaçmaya çalışan bir kadın gördük, girişimi başarılı olabilseydi ve bireyliğinin farkında yaşayabilseydi kadınlığına yaklaşacaktı Ahoo. Üçüncü öyküde ise hiçbir zaman anne olamayacak bir kadın gördük ki bir kadının kadın olabilmesi için anne olması gerektiğini savunan görüşlerin baskın olduğu bir toplumda yaşıyor bu kadın ve kendisi de bu düşünceyi benimsemiş; o yüzden de Hoora da tam bir kadın saymıyor kendini. Tüm bunlara baktığımızda ise içinde yaşadıkları toplumda gerçek bir kadın ve birey olmaları pek mümkün gözükmüyor bu karakterlerin. Filmi çok daha farklı okumak belki mümkündür; ama benim çıkarımlarım bunlar.

Pazar, Eylül 28, 2014

Madeo (2009), yön. Joon-ho Bong

image

Madeo, bir annenin oğlu için savaşmasını konu alıyor. Yoon Do-joon 28 yaşında, zihinsel engelli bir gençtir. Annesiyle birlikte yaşamaktadır. Yaşadığı kasabada biz genç kız, Ah-jeung, öldürülür ve cinayetinden Yoon Do-joon sorumlu tutulur. Cinayeti onun işlediğine ise annesi hiç inanmamaktadır ve bir dedektif rolüne bürünen bu kadın, olayı yavaş yavaş aydınlatmaya başlar.

Bundan sonrası spoiler içerir.

Film, sorunlu olduğu kendini belli eden bir anne-oğul ilişkisi sunuyor; ama olaya cinayetin dâhil olması ve bunun çözülmeye çalışılması sebebiyle polisiye özellikleri de taşıyor. Normal bir polisiyede olay belirli yanları ve ayrıntılarıyla gösterilir, izleyicinin çoğu bu ayrıntıların önemini kavrayamaz ve gizem daha sonraları, bu ayrıntıların anlamının gösterilmesiyle çözülür. Bu filmde ise cinayet anına dair bir ayrıntı görmüyoruz, bu yüzden de tamamen bir boşlukta ve bilinmezlikte süzülür gibiyiz. Bu durumun böyle olmasının da bir önemi var. Biz, hikâyeyi annenin bakış açısından görüyoruz. Bu anne ise son derece korumacı bir kadın, oğlunun masum olduğundan kesinlikle emin ve oğluna hiçbir şekilde toz kondurmuyor. Gerçeğin ne olduğunu öğrendiği anda bile ona inanmıyor, o yüzden olayın gösterilmemesi önemli; çünkü anne de olaya gözlerini kapamış durumda.

Sorunlu anne-oğul ilişkisine dönersek de bu durumun çok eskiden, çocuk daha beş yaşındayken başladığını öğreniyoruz filmin ilerleyen dakikalarında. Çocuğun babası ortada yok ve film boyunca da onun hakkında hiçbir şey söylenmiyor; anne ile oğul tamamen yalnızlar ve zor zamanlar geçirmişler. Bunlar öyle zor zamanlarmış ki anne artık dayanamayıp hem çocuğu hem kendini öldürmeye karar vermiş ve oğlana ilaç içirmiş. Yoon Do-joon'un zihinsel engelliğinin doğuştan olup olmadığına dair bir bilgi verilmiyor; ama annenin bu girişimi sebebiyle çocuk zihinsel ve bedensel olarak pek çok zarar görmüş olabilir ve bu zararlar da günümüze kadar uzanmış olabilir. Bu açıdan baktığımızda anne bir suçlu profili çiziyor, kendisi de suçlu hissetmiş olacak ki vicdan azabını hafifletmek için bu olaydan sonra çocuğuyla çok fazla ilgilenir olmuş. Filmde de gördüğümüz üzere, çocuğun üzerinden gözlerini bir saniye bile ayırmıyor neredeyse; ama bu, olacakları engellemiyor.

image

Yoon Do-joon, cinayet suçlamasıyla tutuklanırken polis aracını sürmekte olan görevli kaza yapıyor. Bu görevli daha sonra kendi kasabasından olan ve zihinsel engelli olduğunu da bildiği bu çocuğa neredeyse işkence uygulayıp onu tehdit ediyor. Görevli işini ciddiye alıp halledemiyor, araçta bir tutuklu da olsa insan taşıdığının farkında olmayacak ki etrafa bakarak araba sürüyor ve kaza yapıyor. Ekip arkadaşlarıyla iyi polis-kötü polis taktiğini de uyguluyor; ama bu onun işinde başarılı olduğunu göstermiyor yine de. Çok basit bir kanıttan yola çıkarak adam tutukluyorlar, olayı derinlemesine sorgulayıp incelemiyorlar. Onlar yüzünden suçsuz insanlar hapis yatabilir ama bu hiç umurlarında değil gibi görünüyor. Yapmaları gereken bir şey var o da olayı araştırmak; onu da yapmıyorlar. Anneyi kanıt peşine düşüren de bu zaten. Devlete ve sisteme dair eleştiri getirilmiş oluyor böylelikle de. İnsanın her şeyi kendisinin halletmesi gerekiyor çünkü bir şeyler yapmak, hayatı kolaylaştırmak için ortaya çıktığı iddia edilen kurumlar aslında hiçbir şey yapmıyor ve bir işe yaramıyorlar.

Filmin başlarında anne, oğluna bakarken işlerini halletmeye çalıştığından elini kesiyor ve kanı, oğlunun üzerine geçiyor. Bu kan, bir çeşit zehirleme ve pisliğini bulaştırma olarak algılanabileceği gibi, çocuğun daha sonra ne olduğunu kavrayamaması ve kanı kendinin sanması dolayısıyla çocuğun gerçekliğinin değiştirildiği de söylenebilir. Annesi onun gerçekliğini ve kişiliğini etkilemiştir gerek o beş yaşındayken ona yaşattıkları gerekse daha sonraki yetiştirme tarzı sebebiyle. 

Filmde annenin bir adı yok, o sadece bir anne. Ona dair, kendisine dair hiçbir şey görmüyoruz filmde. Hayatını oğlu oluşturuyor, ondan başka düşündüğü bir şey yok. Bir kadın ve birey olarak sürdürmüyor hayatını, büründüğü anne rolünden başka hiçbir şeyi yok; bu yüzden gerçek bir isme ve varlığa da kavuşamıyor.

Rashômon (1950), yön. Akira Kurosawa

image

Rashômon, filmden sonra literatüre Raşomon etkisi (farklı insanlar tarafından aynı olayın farklı hatırlanması/anlatılması) olarak geçecek bir durumun üzerinde duruyor. Bir samuray öldürülmüş ve karısına tecavüz edilmiştir. Bu olayın aydınlatılması için Tajômaru, tecavüze uğrayan kadın ve ölmüş samuray (bir medyum aracılığıyla) mahkemede tanıklık eder; ama anlattıkları birbirine ters düşmektedir. 

Bundan sonrası spoiler içerir.

Filmde çift katmanlı geri dönüşler kullanılmış. Gerçekleşen olaya bir şekilde tanıklık etmiş olan oduncu ve rahip, mahkemede gördüklerine anlam veremeyerek yaşananları bir üçüncü kişiye, hayduta anlatırlar. Onların hatırladıklarını anlattıkları hikâyedeki karakterler (mahkemedeki tanıklar) ise kendi tanık oldukları olayı anlatmaktadırlar.

Mahkemedeki ilk tanık Tajômaru, samuray ve karısıyla karşılaşmasını, samurayı alt edip karısını elde edebilmek için adım attığını ve kadının da ona karşılık verdiğini anlatıyor. Tajômaru’nunki oldukça yanlı bir bakış açısı. Anlattıklarına göre kendisi mertçe dövüşmüş, kadının tahriğine kanmış, samurayı öldürmüş; ama bunların hepsini yüce bir şekilde, mertçe yapmış. Kendini övüp duran Tajômaru kadını ise yerin dibine sokuyor. Kadını alçak ve sefil bir yaratık olarak gösteriyor.

İkinci tanık samurayın karısı ve Tajômaru’nun tecavüzünden sonra kocasının bakışlarına dayanamadığını, kendini öldürmeyi planladığını; ama yapamadığını anlatıyor. Kadının anlatımı sırasında oduncu-haydut-rahip üçlüsünün bulunduğu ana dönüyoruz ve karakterler bir kadına güvenilemeyeceğini, onların gözyaşlarıyla insanları kandırdığını söylediklerini görüyoruz. Kadın kendi anlatımı sırasında kendini yerin dibine sokmasa da (Tajômaru’nun anlattığı gibi karşı koymadım demese de) bu üçlünün konuşması kadını yine aşağılık bir konuma getiriyor. 

Üçüncü tanık olan samuray, öldüğü için bir medyum aracılığıyla konuşuyor. Samurayın anlattığına göre kadın, Tajômaru’dan kocasını öldürmesini istiyor. Bu istek üzerine Tajômaru, adama karını öldüreyim mi böyle bir şey istediği için diyor, kadın kaçıyor ve samuray kendisini öldürüyor. Bu anlatımda da kadın yerin dibinde. Kendi kocasının ölmesini istiyor, Tajômaru kocasıyla birlik olup ona haddini bildirme girişiminde bulunuyor. Her durumda, her anlatımda kadın zavallı, aşağılık ve olayların kilit noktası.

Anlatıcılar gerçekle değil kendileriyle ilgileniyorlar. Tajômaru kendini övmekle meşgul, kadın incinen gururunu korumaya çalışıyor, adam ise lekelenen adından başka bir şey düşünmüyor. Herkes bu yüzden kendine göre bir gerçeklik oluşturup onu anlatıyor, bu da yalandan başka bir şey demek değil. 

Filmin sonlarına doğru ise oduncunun da olaya tanık olduğunu ama bunu mahkemede anlatmadığını görüyoruz. Onun anlatımına göre de her şeyi kışkırtan, adamları birbirine düşüren kişi kadın. Onun yüzünden adamlar kavga ediyorlar ve ettikleri bu kavga hiç de Tajômaru’nun anlattığı gibi üstün bir dövüş ya da mertçe gerçekleşen bir şey değil. Bu adamın anlattıkları gerçeğe en yakın olanmış gibi geliyor; ama bunları mahkemede anlatmaması ve olay yerinde bulunan değerli hançeri alıp gitmesi sebebiyle adama da pek güvenemiyoruz.

Filmde güneşin çekildiği pek çok sahne var; ama güneşi hiçbir zaman tam olarak göremiyoruz. Güneş, bulutların ardında kalıyor. Işık ve aydınlık ile doğruluk ve gerçeklik arasında bağlantı kurduğumuzda ise gerçeği hiçbir zaman tam olarak göremeyeceğimize bilemeyeceğimize dair bir yorum getirebiliriz bu sahneler için. Neyin gerçek olduğuna karar verecek olan da bizler, yani seyircileriz. Mahkeme esnasında tanıklar bizim önümüze geçip olayları anlatıyorlar çünkü. İnanıp inanmamak bize kalmış bir durum.

Film, insanların yapısını gösteriyor bir yerde. Farklı cinsten, statüden de olsalar insanların özü aynıdır. Yalan söylerler, gerçeği değiştirirler, olaylara objektif bakamazlar, her şeyi lehlerine getirmeye çalışırlar vs. Bunları gördüğümüz için filmin karamsar bir bakış açısı var; ama filmin sonunda oduncu-rahip-haydut üçlüsü bir bebek buluyorlar. Bebekler geleceği ve dolayısıyla umudu temsil eden varlıklardır o yüzden bu bebeğin bulunması filme iyimser bir son getiriyor. İnsanlar, geçmişteki ve çevremizdeki insanlar belki kötü ve yalancıydılar ve her şeyi mahvettiler belki; ama yeni bir jenerasyon yetişiyor, bu da bir umut demektir gibisinden bir yorum getirebiliriz.

We Need to Talk About Kevin (2011), yön. Lynne Ramsay

image

We Need to Talk About Kevin, anne-çocuk ilişkisi ile kişinin kötülüğünün doğuştan mı geldiğine yoksa çevre ile mi şekillendiğine dair sorgulamalar içeriyor. Eva; festivallere katılan, gezip eğlenen mutlu bir kadındır. Daha sonra Kevin'ı doğurur; ama bir sorun vardır, nasıl annelik yapılacağını bilmiyordur. Kevin ise oldukça problemli bir tablo çizer, babası Franklin bu durumu görmez ve Eva'nın uyarılarını da hiç dikkate almaz. Babasına göre o "sadece bir çocuk"tur. Kevin, ilerleyen zamanlarda geri dönüşü olmayan olaylara sebep olacaktır ve bunlarla yüzleşmesi ise Eva'ya kalacaktır.

Bundan sonrası spoiler içerir.

image

Eva dünyayı gezerken ve keyfine bakarken hayatı değişir ve bir çocuğu olur. Hayatının merkezine yerleşen bu çocuk sebebiyle tamamen değişmek zorunda kalır. O artık bir annedir ve çocuğuyla ilgilenmesi gerekmektedir. Konuya buradan bakınca annelik ve aile kurumunun sorgulanması ile karşılaşıyoruz. Kadınlar birey olarak değil de potansiyel anneler olarak görülmektedir ve buna ek olarak annelikle ilgili klişeler de türemiştir: annelik içgüdüsü kalıbı, anne olunca anlarsın lafları gibi. Eva çocuğu istese de çocuk doğduktan sonra ne yapacağını bilemez bir hâle geliyor. Çocukla ilgilenmeyi bilmiyor, ağlayınca susturamıyor onu. Çocuğunun ağlamasını bastırmak için sokakta asfalt kazan işçilerin yanına gidiyor örneğin. Eva çocuğa alışkın değil. Eva böyle biri olmaya, anne olmaya alışkın değil ve ne yapması gerektiğine dair hiçbir fikri yok. Bu durum "her kadın bir gün anneliği tadacaktır" dayatmasına ters düşüyor zira Eva, nasıl anne olacağını bilmiyor.

Eva'nın değişen hayatına ve çocuğa alışamamasının yanı sıra hislerini (eğer varsa) ifade edememek ve belli edememek gibi bir sorunu da var. Bazı sahnelerde Kevin'ı sevmeye yaklaştığına dair izler görüyoruz; ama bunu hiç başaramıyor çünkü ona kötü kötü bakan bir Kevin var karşısında. Kevin'ın bu bakışlarını da annesinin onu sev(e)mediğini aslında başından beri anlaması olarak yorumlayabiliriz, annesi dışında kimseye kötü davranmıyor çünkü. Kevin'a sevgi göstermeye adım atması Eva'nın içinde gerçek bir sevgi olduğunu mu gösterir yoksa yine dayatılan bir "anne, çocuğunu sever" kalıbını yansıtmak için takındığı bir tavır olarak mı kalır orası tartışmaya açık.

Kevin'a dönersek eğer küçüklüğünden beri annesine düşman kesilmiş bir çocuk o. Sanki gerçekten anlamış annesinin ona olan karşı soğuk tavırlarını ve ona cephe almaya başlamış; ama Kevin'ın problemli kişiliğini annesinin davranışlarına bağlayamayız sadece. Filme baktığımızda bazı şeylerin doğuştan geldiği yorumunu görüyoruz ve elbette babasının davranışları da etkiliyor Kevin'ı. Franklin gözünün ucundaki bile görmeyen ya da görüyorsa bile umursamayan bir adam. Ortada Kevin ile ilgili bir sorun olduğunda "o bir çocuk" diyerek sıyrılıyor işin içinden hep. Eva onunla Kevin ile ilgili konuşmaya çalıştığında bunlar Eva'nın saçmalamalarıymış gibi davranıyor. Öte yandan şiddeti Kevin'a aşılayan da Franklin. Onunla vurdulu kırdılı savaş-dövüş oyunları oynuyor, ona hediye olarak ok-yay takımı veriyor. Küçücük yaşında gördüğü ve aldığı bu şiddet içeren olgular Kevin'ı ve kişiliğini etkiliyor hiç şüphesiz. Filmin şiddet vurgusu da neredeyse her sahnede hissediliyor, ya domates görüyoruz, ya kırmızı boyalar ya da kırmızı herhangi bir şey. Tüm bunlar kan sembolleri ve Kevin'ın ve aslında toplumun içindeki şiddeti temsil ediyorlar.

image

Kevin ile annesinin ilişkisinde Oedipal izler bulmak mümkün. Kevin annesinden ne kadar nefret ediyor gibi görünse de bu durum annesinden göremediği sevginin bir yansıması. Kendisi annesinin onu sevmediğini başından beri biliyor gibi görünüyor ve bu yüzden de ona karşı duruyor çünkü kendi sevgisinin (eğer varsa) karşılığını alamayacağını ya da bir çocuğun ihtiyaç duyduğu ilgiyi ondan göremeyeceğini, görse bile bunun gerçek olmayacağını biliyor. Annesinin ona karşı takındığı tavırların yapmacıklığının farkında, annesinin içini görebiliyor neredeyse. Eva gerçek hislerini ilk kez açığa vurup Kevin'a şiddet uygulayınca ise Kevin neredeyse mutlu oluyor bu durumdan çünkü annesi takmak durumunda olduğu o annelik maskesini çıkarıp kendi gerçekliğini göstermiş oluyor.

Kevin ile Eva'nın portrelerine baktığımızda da Kevin'ın annesine benzemeye çalıştığını görüyoruz. Daha feminen kıyafetler giyiyor, saçını annesi gibi kestiriyor, her açıdan onu yansıtıyor diyebiliriz. Bu birbirine benzeme konusuna Kevin'ın değindiği bir sahne de var. Annesi sen bu sertliğini nereden aldın acaba diyor ve Kevin annesini kastederek bilemiyorum acaba nereden diyor. Bu annesine benzeme isteği ve ettiği bu laftan ise içindeki şiddete annesinin sebep olduğu gibi bir anlam çıkarılabilir; ama filmin sonunda Kevin'ın neden böyle olduğunu neden böyle yaptığını bilmediği söylediğini görüyoruz. Bu sahne ise Eva'da bir rahatlamaya sebep oluyor. Demek ki Kevin'ın yaptıklarının suçlusu ben değilim diye düşünüyor olabilir.

Kevin'ın Oedipal kompleksine dönersek eğer Franklin'i ve küçük kız kardeşi Celia'yı öldürmesine değinmemiz gerekir. Kevin, Franklin ile Eva'yı yatakta yakalıyor küçükken. Bu onda birtakım sorunları tetiklemiş olabilir çünkü ona sevgi göstermeyen annesi, babasına ilgi göstermektedir ve zaten babası kendi cinsiyetinden olduğu için onun bir bakıma düşmanı ve yarıştığı kişidir annesi için. Küçük kardeşi ise zaten Eva'nın Kevin'ın problemlerine belki çözüm olur diye doğurmaya karar verdiği bir çocuk ve doğunca da annesinin tüm ilgi odağı ona kayıyor. Kevin böylelikle "annem çocukları sevmiyor" düşüncesinden "annem beni sevmiyor"a varıp sinirlenmiş olabilir. İlerleyen zamanlarda babasını ve kardeşini öldürmesini ise annesini yalnız bırakmak ve onu cezalandırmak için yaptığı bir eylemden çok annesinin yalnızca ona kalması için kurduğu bir plan olarak algılayabiliriz. Zira bu cinayetler de Eva ile Franklin'in ayrılmaya karar vermesinden sonra gerçekleşiyor ki eğer ayrılsalardı Kevin'ın velayeti doğal olarak babasına geçecekti (annesinin Kevin'dan hazzetmediğinin babası da farkında) ve Kevin, annesinden tamamen kopmuş olacaktı. Bu yüzden de Kevin'ın cinayetleri annesinin ilgisini çekmek için işlediği gibi bir yorum çıkarabiliriz.

Film gerilim yüklü, özellikle filmin ilk yarısında çocuğun şeytani bakışlarının da etkisiyle insan diken üstünde gibi hissediyor. Filme başlarda adapte olmak zor çünkü flashback'ler kullanılmış olayları anlatmak için ve bu gidiş gelişler arasında neyin hangi zamana ait olduğunu anlamak biraz zaman alabiliyor. Farklı yorumlamalara ve okumalara açık olan bu filmi detayları yakalayabilmek için tekrar izlemeyi ve uyarlandığı kitabı da okumayı düşünüyorum çünkü beni oldukça etkiledi.

Crna macka, beli macor (1998), yön. Emir Kusturica

image

Crna macka, beli macor çingenelerin hayatını çok eğlenceli bir şekilde ortaya koyuyor. Matko, çeşitli iş kurma girişimlerinde bulunur ve bu sırada başkalarından borç alır; ama ne yazık ki dolandırılır. İçine düştüğü durumdan kurtulabilmesinin tek yolu ise borçlu durumuna düştüğü Dadan'ın isteği üzerine kardeşi Afrodita'nın Matko'nun oğlu Zare ile evlenmesidir. Afrodita bu evliliği istememektedir çünkü hayallerinin erkeğini beklemektedir. Zare ise zaten başka birisine, Ida'ya âşıktır. Bu ikili, evlilikten kaçmaya çalışırlar ve bu da büyük bir kaosa yol açar.

Filmi yüzümde zirzop bir gülümsemeyle izledim. Karakterlerin içtenliği beni benden aldı. Zaten çoğu karakter oyuncu da değilmiş o yüzden çok doğallar. Arkaya yerleştirilen detaylar, kaosun güldürü etkisi, karakterlerin canlılığı ve insanda dans etme isteği uyandıran müthiş müzikler birleşince film oldukça eğlendirici bir hâl alıyor. Dadan karakteri için bile izlenebilir sadece.

Copie Conforme (2010), yön. Abbas Kiarostami

image

Copie Conforme, bir şeyin aslı ile kopyası arasındaki ilişki üzerine, bunlardan hangisinin daha iyi veya güzel sayılabileceği üzerine bir sorgulama sayılabilir genel olarak. İngiliz bir yazar olan James Miller, bu sorgulama üzerine yazdığı kitabı hakkında konuşma yapmak üzere Toskana, İtalya'ya gelir. Bu yazar, bir şeyin ya da sanatın kopyasının da aslı kadar ve hatta bazen ondan daha çok değerli olabileceğini savunmaktadır. Nitekim, yazdığı bu kitap da kendi ülkesinde değer görmemiş; kitabının çevirisi -aslının kopyası- İtalya'da büyük ilgi görmüştür. Fransız asıllı Elle, yazarın bu konuşmasına gelir; ama oradan erkenden ayrılmak zorunda kalır ve yazara telefon numarasını bırakır daha sonra görüşmek için. Görüştüklerinde ise ufak bir şehir turuna çıkıyorlar birlikte ve konuştukça ilişkileri başka bir boyut alıyor.

Bundan sonrası spoiler içerir.

image

James'in asıl ile kopyaya bakışı belli; Elle ise onun bu görüşüne katılmıyor hatta onu eleştiriyor. Film de sürekli bu asıl-kopya ilişkisine değiniyor. Elle, James'i bir müzeye götürüyor ve ona orada yıllarca aslı sanılan ama sadece bir kopya olduğu ortaya çıkan bir resim gösteriyor. Elle, bunun çok ilginç bir şey olduğunu düşünürken James bunu pek umursamıyor. James'e göre bu gayet olağan bir şey. Daha sonra James bir anısını anlatıyor Elle'e. Floransa'da Fransızca konuşan bir anne ile oğul görmüş, David heykeli hakkında konuşuyormuşlar; ama heykel aslı değil kopyasıymış ve annesi bunun kopya olduğunu oğluna söylememiş. Böyle bir anı ve bunda da heykelden yine asıl-kopya durumuna değinilirken bir yandan da Elle ile oğlu Julien'in gerçekliği de sorgulanmış oluyor ki onlar da Fransız ve bu anının geçtiği dönemde onlar da Floransa'dalarmış. Elle'in James ona bu anısını anlatırken "Bana çok tanıdık geliyor bu," demesi, yüz ifadesi ve tavırları ile de bir şeyler anlatır gibi olması sanki o anne ile oğul onlarmış gibi bir izlenim bırakıyor. Seyircide bir soru işareti oluşturuyor bu durum.

Elle ile James'in oturdukları kafede bir kadın, onları karı-koca zannediyor ve bunun ardından Elle, bu durumu reddetmek yerine öylelermiş gibi yapmaya başlıyor. Filmin bundan sonrasında ise onları bir çift olarak görüyoruz. İlişkileri o yeni tanışmış yazar-okuyucu ilişkisinin ötesine geçiyor. Bir tartışıyorlar bir sarılıyorlar, geçmişten konuşuyorlar, anılar yaratıyorlar, birbirlerinin oyunlarına katılıyorlar ve rollerine öyle adapte oluyorlar ve öyle gerçekçi bir evli çift örneği sunuyorlar ki bir yerden sonra onların belki de gerçekten evli olabileceği düşüncesine kapılıyor insan. Neyin gerçek olduğunu anlamak da pek kolay değil açıkçası. Örneğin Elle'in James ile ilişkileri hakkında o yanında yokken söylediği bir lafın aynısını James sonra tekrar edebiliyor; bu belki evli olabileceklerini düşündürüyor; ama bir yandan da filmin başındaki yazar-okuyucu ilişkisi var, bu durumda o havada kalıyor. Filmin bu tip ucu açıklıkları ve muammaları var; belki de filmi bu kadar güzel yapan da bu.

James'in müzede söylediği "Kopyanın aslı ise karıştırılması alışılmış bir şey," lafına dönersek eğer onların ilişkileri de anlamlanmış oluyor. Asıl olanın ne olduğu tartışılır bir durum, neyin orijinal olduğunu bilemeyiz yargısını çıkarabiliriz buradan. Zira James ile Elle de bu durumu yansıtıyorlar değişen ilişkileri ile. Önce onları karı-koca zannediyorlar ve bu ikisi de bu sanıyı kopyalayıp onun üzerine bir gerçeklik kuruyorlar. Peki aslolan hangisi ya da bunlardan daha iyi olan hangisi?

image

Filmde karakterlere tipik roller verilmiş ve bu karakterlerin milliyetleri üzerinde de epeyce duruluyor. Biri İngiliz biri Fransız. Biri kadın biri erkek. Bu tip ayrımlar üzerinden yine asıl-kopya sorgulaması yapmaya devam edebiliriz. Basite indirgeyip ve hatta başa dönüp düşünürsek bu karakterlerin bize sunduğu her şey rol ve kopya. Öncelikle milliyeti ele alırsak eğer kişinin milliyeti sonradan kazanılmış, aslolmayan bir şeydir. İlk insanları düşünürsek onların milliyeti yoktu. Milliyet bir ayrımdır ve kişiye biçilmiş bir roldür. Filmden bunu örneklemek de mümkün. Bir sahnede James ile Elle, bir İtalyan restoranındalar ve masaya gelen şarap pek iyi değil. Bunun üzerine Elle bir Fransız olarak "Bizim şarabımızdan kötü tabii; ama sizinkinden iyi yine de," diyor İngiliz James'e. Bir İngiliz'e, Fransız'a ya da İtalyan'a belirli ve klasik ve hatta klişe sayılabilecek bir bakış açısı getiren bu replik, insanların rollere büründürüldüğüne dair iyi bir örnek. Milliyetten başka dayatılmış roller de var tabii. Kadın ile erkek rolleri, kadının daha romantik ve hislere yatkın kişiliği erkeğinse realistliği Elle ile James'in kişilikleri üzerinden vurgulanıyor. Elle'in üstlendiği anne rolü, James'in üstlendiği yazar rolü klişeye kaçan şeyler. Bunları düşündüğümüzde ise aslında aslolan bir şey olmadığını ve her şeyin rolden ibaret olduğunu görüyoruz. 

İki karakter üzerinden müthiş bir gerçeklik illüzyonu sunan bu film oldukça derin anlamlar taşıyor ve çeşitli yorumlamalara açık. Sırf bu yüzden bile birkaç kez izlenip detaylarına varılması gereken bir yapım.

Cumartesi, Eylül 27, 2014

Ugetsu monogatari (1953), yön. Kenji Mizoguchi

image

Ugetsu monogatari, 16. yüzyılda geçiyor ve iki aileyi konu alıyor. Genjûrô, süregelen iç savaşın da etkisiyle yaptığı çömlekleri daha iyi bir fiyata satmakta ve para kazanmaktadır. Karısı Miyagi, bu konuda hırs yapmamaları gerektiğini telkin ederken Genjûrô’nun gözünü hırs bürür ve hep elindekinden daha fazlasını ister. Bu sırada komşuları Tôbee de başka bir konuda hırs yapar, samuray olmak istiyordur. Bu uçuk hayalinin peşinden gitmemesi, ailesinin başında durması için onu uyaran karısı Ohama, sözünü ona dinletemez. Bu adamların yükselme merakları, onların sonunu getirecektir.

Bundan sonrası spoiler içerir.

Kadınlar bu filmde uyarıcı ve telkin edici bir rol üstleniyorlar. Kişinin bulunduğu yerden mutlu olması, elindekinden fazlasında gözü olmaması, uçuk hayalleri uğruna ailesini bırakıp gitmemesi gerektiği mesajını veriyorlar. Erkekler ise para, iktidar ve itibar hırsıyla gözü dönmüş kişiler olarak resmedilmiş. Genjûrô para hırsını ve açgözlülüğü, Tôbee itibar hırsını, süregelen savaştaki askerler ise iktidar savaşını ve bunun uğruna insanlara yaşatılan zulmü göstermiş oluyor. Bu savaş konusunu ise film 16. yüzyılda geçmesine rağmen İkinci Dünya Savaşı’na gönderme olarak alabiliriz zira film 1953’te çekilmiş.

Filme sonradan dâhil olan hayaletler ise bir travma göstergesi. Hayalet, insan aklının bir ürünü ve yansımasıdır. Kişi, olması gereken veya olmasını istediği ama olmayacağını bildiği bir şeyi veya olmasından korktuğu bir şeyi hayalet formuna büründürür ve onunla, daha doğrusu kendisiyle savaşır. Bu, travmatik bir durumdur. Genjûrô, iki hayaletle birden karşılaşmaktadır ve bu hayaletler sadece Genjûrô’nun değil, ulusun da travmalarını yansıtmaktadır.

İlk hayalet Lady Wakasa, genç yaşında daha âşık bile olamadan öldürülmüştür. Bu sebeple hayatı elinden alınan insanları temsil eder. Genjûrô için temsil ettiği şey ise zenginlik ve zevk ile dolu bir hayattır. Karısı ve oğlu ile kıt kanaat geçinmekte olan Genjûrô için bu durum bir nimettir. Genjûrô’nun sonra karşılaştığı hayalet ise Miyagi’ye ait, yani karısına. Bu hayalet ise üstte de bahsettiğim telkin edici rolü temsil etmektedir. Korkusu yaşadıklarından sonra karısını bulamamak, eski hayatına geri dönememek olan Genjûrô’nun bu hayaleti görmesi, belki de başta gerçekliği kabul etmek istememesi olarak yorumlanabilir. Kaçtığı bu gerçeklikle ise hayatına devam edebilmek için yüzleşmesi gerekmektedir. Kendi hatalarıyla yüzleşmesi ve onlardan ders çıkarması demektir bu da.

Ele aldığı konu ve karakterlerinin sunumu dolayısıyla evrensel bir duruma değinmiş oluyor film. Hırs, insanın sonunu getirir. Savaşlar da hırs yüzünden çıkmaktadır. Kişiler, belki dönüp kendilerine baktıklarında yaptıklarının hata olduğunu anlarlar; ama bundan geriye dönüş olmayacaktır mesajı veriyor film. Ahlak dersi niteliğinde sayılabilir.

La finestra di fronte (2003), yön. Ferzan Özpetek

image

La finestra di fronte, kesişen hayatların hikâyesini sunuyor. Giovanna, tavuk paketleyen bir fabrikada çalışmaktadır, Filippo ile evlidir ve iki çocuğu vardır; ama ne yazık ki hayatından hiç memnun değildir. İstemediği bir işte çalışan Giovanna, evliliğinden de mutlu değildir ve karşı apartmanlarında oturan bir adamı izlemekte ve hatta onunla ilgili düşler kurmaktadır kendince. Bir gün kocasıyla yolda yürürken yaşlı bir adam Giovanna ile Filippo'yu durdurur ve hiçbir şey hatırlamadığını, bu yüzden ona yardım etmeleri gerektiğini söyler. Giovanna'nın isteksizliğine ve korkusuna rağmen Filippo, adamı evlerine getirir. Filippo'nun ilgisizliği sebebiyle de adama bakmak Giovanna'ya düşer. Bu adamın kim olduğunu ve başına ne geldiğini öğrenmeye çalışırken Giovanna, karşı apartmanında oturan ve geceleri gözlediği adamla yani Lorenzo ile tanışır sonunda ve ikisi bu yaşlı adamın geçmişini araştırmaya başlarlar.

Bundan sonrası spoiler içerir.

image

Film aynı anda pek çok konuyu ele alıyor. Giovanna'nın hayatı ile başlıyoruz filme. Çalışmak zorunda olan ama istediği işi yapmayan, 29 yaşında bir kadın Giovanna. Hayatını değiştirmek istiyor belki ama bunu yapabileceğini sanmıyor ve buna cesareti de pek yok. Günlük yaşamın süregelmişliği, insanların hayat içinde sürüklenip gitmesi, hayatlarını rayına koyamamaları ve istediklerini yapamamalarına değinilmiş oluyor Giovanna'nın hayatıyla. Daha sonra yaşlı adam dâhil oluyor öyküye. Film ilerledikçe sırları ortaya çıkan bu adamın Nazi kampına düşüp oradan sağ çıkabilmiş bir eşcinsel olduğunu anlıyoruz. Politik geçmiş, Nazilik, tarih, insan ilişkileri, eşcinsellik gibi konulara değiniliyor bu adam sayesinde de; ama bununla da bitmiyor film. Daha sonra bir de Giovanna'nın bakıp durduğu Lorenzo'nun da Giovanna'ya baktığını ve hatta ona âşık olduğunu, onun için geceleri ağladığını -artık nasıl bir şeyse bu- öğreniyoruz ve filmin hikâyesi bu aşka odaklanmaya başlıyor. Ele almaya çalıştığı çok şey var filmin, ondan bundan ortaya karışık yapmış neredeyse. Bu konu dağınıklığı ve neye öncelik veya ağırlık vereceğini bilememiş olma durumu filme odaklanmayı zorlaştırıyor.

Filmle ilgili hoşuma giden şeylerden biri filmin renkleri oldu. Filme soluk toprak renkleri hâkim. Bu solukluğu karakterlerin solukluğuyla paralel olarak düşünebiliriz. Örneğin Giovanna çok soluk bir karakter. Hayatından memnun olmadığını göz önünde bulundurursak öyle olması da normal. Filmin başlarında neredeyse hiç gülmüyor ve etrafındakilerle kavga ediyor sürekli.

Hoşuma giden başka bir detay ise filmin adında da geçen pencereler. Giovanna ile Lorenzo'nun birbirini gözlediği bu pencerelerin çekimi sırasında yansımalardan yararlanılmış ve örneğin o an Giovanna'nın evinde olanları izliyorsak pencerelerde de Lorenzo'nun evinin yansımasını, onun ne yaptığını görebiliyoruz aynı anda. Bu yansımayı Giovanna'nın bakışları olarak yorumlarsak eğer Giovanna içinde bulunduğu durum, ev ya da hayat varken başka bir yeri, başka bir hayatı, başka bir adamı düşlüyor, onun yansımasını kuruyor kafasında da diyebiliriz. Pencerenin filmde başka bir işlevi ise Giovanna, Lorenzo'nun evine gittiğinde ortaya çıkıyor. Aralarında geçen şehvetli birkaç dakikadan sonra Giovanna kalkıp pencereyi açıyor ve karşıya, kendi evine bakıyor. Baktığında da kendisini görüyor evde ve ne yaptığını anlayıp Lorenzo'yu oradan bırakıp gidiyor. Bu karşıdan bakma olayı, kişinin kendisini ve ne yapmakta olduğunu anlayabilmesi için kendine dışarıdan bakması gerektiği yorumu katıyor sahneye. Zira Giovanna ne yaptığının az çok farkında Lorenzo'nun evine giderken; ama bunun gerçek anlamını kavrayabilmesi ve neyi gerçekten isteyip istemediğine karar verebilmesi için kendine dışarıdan bakabilmesi gerekiyor.

Tüm bunların ışığında baktığımda konu dağınıklığına çok takmadığım sürece rahatça izleyebildiğim bir film oldu benim için diyebilirim.

Tokyo Godfathers (2003), yön. Satoshi Kon

image

Başkarakterlerini Hana, Gin ve Miyuki'nin oluşturduğu Tokyo Godfathers, Noel Arifesi'nde geçiyor. Bu üç karakter de evsiz ve yılın bu hareketli zamanında çöpleri karıştırırken yeni doğmuş bir bebek buluyorlar. Hana, bir transseksüel ve zaten hep anne olmak istediğini söyleyip bu bebeği en azından bu gecelik yanlarında bulundurmalarını istediğini söylüyor; çünkü bu Noel zamanı, güzel geçmesi gereken bir zaman ve bebeğin Noel'i kötü geçirmesini istemiyor. Gin orta yaşlı bir alkolik, Miyuki ise genç bir kız olduğundan sorumluluk almak istemiyorlar; bebeği de istemiyorlar bu yüzden ama sonuçta Hana'nın dediği oluyor ve bebek onlarla kalıyor.

Evsiz oldukları için bebeğe kısa bir süreliğine dahi olsa bakmaları çok zor tabii, bu yüzden çeşitli maceralara karışıyorlar. Bebeğin anne babasına ne olduğunu da merak ediyorlar; sonsuza dek bebeğe bakamayacakları için de onun ailesini aramaya başlıyorlar. Bu arayış, onları kendi hayatlarıyla ve geçmişleriyle de yüzleştirir hâle getiriyor; çünkü çıktıkları yolda geride bıraktıkları ya da belki de hiç sahip olmadıkları şeyleri hatırlatan durumlarla karşılaşıyorlar.

Hana, Gin ve Miyuki'nin üçü de başarılı bir şekilde yaratılmış karakterler. İnsan izlerken onlara sempati duymadan edemiyor. Aralarındaki diyaloglar, girdikleri tartışmalar, birbirlerine ve olaylara karşı tepkileri ve bunların içtenliği ve gerçekçiliği izlerken hem gülümsetiyor hem de hüzünlendiriyor. İzlemesi keyifli bir film.

Harold and Maude (1971), yön. Hal Ashby

image

Harold and Maude, 20 yaşındaki Harold ile 80 yaşına girmek üzere olan Maude'un ilginç ilişkisini anlatıyor. Harold, gencecik yaşına rağmen pek bir yaşam belirtisi göstermeyen, intihara meyilli biri. Boş zamanlarında cenazelere gitmekten hoşlanan Harold, gittiği cenazelerden birinde Maude ile tanışıyor. Maude, ilerlemiş yaşına rağmen oldukça dinç kalmış, hayatı seven bir karakter ve Harold'ın kişiliğine karşıtlık sunması ile onun hayatını değiştirmeye başlıyor.

Bundan sonrası spoiler içerir.

Harold, oldukça zengin bir ailenin çocuğu. Bir malikânede yaşıyor, önünde her şey ve her türlü imkân var; ama buna rağmen hiç mutlu değil. Annesine intihar oyunu oynuyor sürekli. İntihar ediyormuş gibi yapıp annesini etkilemeye ve onun ilgisini çekmeye çalışıyor belki; ama annesi bunların bir oyun olduğunun farkında ve o yüzden de oğlunun hareketlerine tepki göstermiyor. Harold'ın bu oyunları neden oynadığını ise sonradan öğreniyoruz. Harold, okulda çıkardığı bir yangından kaçmayı becermiş; ama etraftakiler onun öldüğünü sanmışlar. Görevliler eve gelip annesini bu konuda bilgilendirirken bir köşede durup gizlice izleyen Harold, ölü olmanın hoşuna gittiğini fark etmiş. Tabii bu anısını anlattıktan sonra gözyaşlarına boğuluyor Harold, o yüzden neyin gerçekten hoşuna gittiğini bilemiyoruz.

Harold, Maude ile bir cenaze töreninde tanışıyor. Bu iki karakter de cenazelere gitmekten hoşlanıyor; ama hoşlanma sebepleri birbirinden farklı. Harold ölüme kafayı takmış bir karakter ve ölümden başka bir şey görmüyor. Oldukça mutsuz ve depresif, Maude ile tanışana kadar da pek bir hayat belirtisi göstermiyor zaten. Maude ise ölüm ile hayatın iç içe olduğunu hatırlatması dolayısıyla cenazeleri sevdiğini söylüyor. Maude'un bakış açısının gerçekliği ise bu ikilinin tanıştığı cenaze sırasında cenaze arabasının yanından geçen bando ekibinin varlığıyla perçinleniyor. Bir yanda insanlar ölürken bir yanda hayat, akışını sürdürüyor. 

Maude, davranışları dolayısıyla bir hippiyi andırıyor. Rastgele arabalara binip onları (ç)alıyor, bunu araba sahiplerine bir şeylere bağlanmamaları gerektiğini göstermek için yaptığı söylüyor yani Maude, materyalist bakış açısına karşı. Harold'ın para içinde yüzdüğünü düşünürsek karakterlerin zıtlığı yine ortaya çıkıyor. Harold, başka bir dünyaya ait (her ne kadar oraya gerçekten ait olmasa ve etrafındaki insanlar gibi davranmasa da) Maude ise, onun yaşamına zıt düşen bir tarzda yaşıyor dolayısıyla bu konuda da Harold'a yeni bir bakış açısı kazandırıyor.

Eşyalara bağlanmaya karşı olsa da Maude'un kendisi de çeşitli koleksiyonlar yapıyor; ama bunlar maddi değer sunmaktan uzak, daha ufak şeyler ve onun anıları. Örneğin belirli şeylerin kokularını toplamış: biçilmiş çimen, metro gibi. Bunları Harold'a bir oksijen maskesi aracılığıyla koklatıyor bir gün. Bu sahnede oksijen maskesi kullanılması oldukça anlamlı; hayatı temsill eden Maude, ölüm takıntısı bulunan Harold'a oksijen maskesi aracılığıyla koku alma, hissetme ve dolayısıyla yaşama güdüsü aktarmış oluyor, "nefes" veriyor ona bir nevi.

Maude, doğaya da önem veriyor çünkü o zaten yaşayan her şeye önem veriyor, yaşayan her şeyi seviyor. Şehrin orta yerinde kalmış ve çürümeye yüz tutmuş bir ağacı yerinden söküp ormana götürüp dikmek istiyor. Bu ağacı Harold ile özdeşleştirebiliriz. İkisi de çürümeye yüz tutmuş sonuçta ve Maude'un yardımıyla hayata dönüyorlar bir şekilde.

image

Harold, gerçekten de yavaş yavaş canlanmaya başlıyor Maude hayatına girdikten sonra. Filmin başında donuk, somurtkan olarak gördüğümüz Harold'ın yüzüne daha sonraları renk geliyor ve onu gülümserken bile görebiliyoruz.

İçinde bulundukları durum etkilenilmeyecek gibi değil, Harold da Maude'a âşık oluyor bu yüzden. Onunla evlenmeye karar veriyor; ama bilmediği bir şey var ki o da Maude'un 80 yaşına girdiğinde ölmeyi planladığı. Maude kendine bir ömür biçmiş ve hayatını bitirmeyi göze alıyor bu yüzden de. Filmin başından beri son derece canlı ve hayat dolu olarak resmedilen bu kadının kendi ölümünü planlaması biraz garip kaçıyor; ama bir sahnede Maude'un Nazi kamplarında esir düştüğünü anlıyoruz. Bu ayrıntı, belki onun karakterinin böyle hayat dolu olup hayata sarılmasının ama bir yandan da daha fazla yaşamaya katlanamamasının açıklaması olabilir; çünkü ölümle yüzleşmiş ve bir felakete tanık olmuş.

Filmin konusu oldukça alışılmış duruyor aslında. Hayattan zevk almayan adam, hayat dolu kadınla tanışır; ona âşık olur ve hayatı değişir. Bu tanıdıklığına rağmen gerek diyalogları gerek Harold'ın ilgi çekici intihar girişimleri sebebiyle ayrı bir yer ediniyor film.

Buda as sharm foru rikht (2007), yön. Hana Makhmalbaf

image

Buda as sharm foru rikht, beni allak bullak eden bir film oldu. Afganistan’da geçen filmde Baktay, okula gitmek isteyen küçük bir kız. Komşusunun oğlu olan Abbas okula gidiyor ve dersine yüksek sesle çalıştığı için Baktay onu duyuyor. Kendisi okula gitmediği için Abbas’a imreniyor, Abbas ise eğer defter ve kalem alırsa onu okuluna götürebileceğini söylüyor. Böylece Baktay, bu araç gereçleri alabilmek için gerekli para bulmaya çalışmaya başlıyor. Evdeki yumurtaları pazara götürüp satmaya çalışıyor, ekmek satmaya çalışıyor. Bir amacı ve isteği var Baktay’ın, bunun için çabalıyor ve sonunda elde ediyor defterini. Okula gitmesi için önünde bulunan tek engelin defterinin olmaması olduğunu sanıyor Baktay; ama yanılıyor. Yüzleşmesi gereken başka şeyler de var.

Bundan sonrası spoiler içerir.

image

Film, Türkçeye Utanç diye çevrilmiş; ama Buda Utancından Yıkıldı anlamına geliyor filmin adı. Bu isim ise Taliban yönetiminde yıkılan Buda heykellerinden geliyor ve zaten filmin açılışında da bu yıkılışı görüyoruz.

Film boyunca pek az yetişkin görüyoruz, genelde çocuk oyuncular var; ama onlara oyuncu demek de istemiyorum aslında. Öyle gerçekler, öyle kendileriler ki yaptıkları şey oyunculuk değil; içinde bulundukları duruma ayna tutmak olabilir anca. Baktay’ın okuldaki çocuklara imrenmesi, gözlerinin içindeki o merak ve heyecan, diğer çocukların vahşiliği… Bunlar öyle gerçek şeyler ki insan tokat yemişe dönüyor.

Baktay, tüm heyecanı ve çabalamalarına karşı dış etkenler tarafından durduruluyor. Abbas, onu kendi okuluna götürüyor; ama öğretmen Baktay’ı almıyor çünkü o bir kız. Abbas ise Baktay’ı okula getireyim derken geç kaldığı için okuldan atılıyor. Bu, sistemin “bizden olmayanı dışlarız”ını yansıtıyor. Abbas, Baktay’ı okula getirmeye çalışmamalıydı çünkü, sistemin dışına çıkmamalıydı.

Baktay’a kızlar için olan okula gitmesi söyleniyor; kalayım diyor Baktay, kalayım da bana hikâyeler öğretin, ben öğrenmek istiyorum. Öğretmenin karşılığı ise sen kızsın kız okuluna git oluyor sadece. Öğrenme aşkı veya eşitlik tamamen hiçe sayılıyor burada. Önemli olan bir bireyin eğitim talebi değil, onun cinsiyeti sadece.

Baktay pes edip kız okuluna gitmek için yola koyuluyor; ama bu sefer de küçük çocuklardan oluşan bir çete kesiyor önünü. Çocuklar, ellerinde bulunan değnekleri Baktay’a doğrultuyorlar; onu çevreliyorlar. Değnekler, bu çocukların erkekliğinin simgesi oluyor ve Baktay ise bu erkek egemen sistemde, etrafı “silah”larla çevrilmiş bir ezilen konumuna geliyor. Çocuklar bu değneği silah gibi de kullanıyorlar gerçekten, Baktay’a doğrulttukları bu değnekleri ateş eder gibi sallıyor ve “dışın dışın” sesleri çıkartıyorlar. Erkeklik simgesiyle birleşen bir silah ve savaş imgesi oluşuyor böylece.

Baktay’ın okula gitmeye çalıştığını anlayan çocuklar, kızların okula gidemeyeceğini söyleyerek Baktay’ın defterini parçalıyorlar, onu esir alıyorlar ve onun için bir mezar kazmaya başlıyorlar. Çıplak elleriyle kazıyorlar, vahşice bir hırsla ve hızla kazıyorlar; avından kalan parçaları saklamak için uğraşan yırtıcı hayvanlara benziyor bu hâlleri. Bu kazı esnasında ise Baktay’ın durduğu yerin etrafına bir çember çiziyor çocuklardan biri, “Bu Allah’ın emri, sen burada duracaksın,” diyerek. Baktay çizilen çemberin içinde durmuyor, çocuk gelip yine başka bir çember çiziyor. Bu üç daire oluşana kadar tekrarlanıyor. Çocuklar Baktay için mezar kazarken Baktay bu çemberlerde zıplıyor, seksek oynuyor. Etrafında neyin döndüğünü anlamıyor, o daha bir çocuk. Başlangıç ve bitiş noktasının olmaması sebebiyle ebediyeti simgeleyen çember içinde, kendi mezarının kazılmasını bekliyor ve bu büyük bir ironi. Çizilen bu çemberler bir yandan da onun hapsedilmişliğini, kısıtlanmışlığını simgeliyor. Çocuklar daha sonra Baktay’ın kafasına sadece göz ve ağız kısmı delik olan karton bir poşet geçiriyorlar ki bu da kısıtlanmışlık durumunu perçinlerken bir de bu kısıtlanmışlıkta boğulmak anlamını katıyor.

image

Çocuklar Baktay’ı bir mağaraya götürüyor daha sonra. Burada da Baktay’ın yalnız olmadığını ve çocukların başka kız çocuklarını da buraya getirdiğini görüyoruz. Birini ruj sürdüğü için almışlar, öbürünü çiğnediği sakızdan futbolcu çıkartması çıktığı için. Bir öteki de “Beni güzel olduğum için aldılar,” diyor. Bu söz ile de kadınların güzel olmaları sebebiyle günahkâr ve hatta şeytani yaratıklar olarak görülmesine gönderme yapılıyor. Dinlerin, İslam’ın kadına bakışı sorgulanıyor böylelikle. Bu çocukların mağaraya kapatılması da oldukça anlamlı. Mağara imgesi, kadınlığı ve rahmi simgeler şekli dolayısıyla. Bu çocuklar buraya güzel oldukları ya da kadın oldukları için kapatıldıklarında bir bakıma kendi kadınlıklarına, kendi rahimlerine hapsedilmiş de oluyorlar.

Baktay mağaradan çıkıyor bir şekilde. Mağaradaki diğer kız çocukları ise çıkamıyor, korkuyorlar çünkü. Baktay’a polis çağırması söyleniyor. Baktay yolda bir polise rastlıyor, durumu anlatıp ondan yardım istiyor. Polis ise kendisinin bir trafik polisi olduğunu ve bu konuda bir şey yapamayacağını söylüyor. Etrafa bakıyoruz, hiçbir araç yok, sadece hayvan sesleri var. Adam sadece bahane sunuyor. Burada ise bir görevlinin ya da görevli olmayı bir kenara bırakalım, bir yetişkinin duruma tepkisizliğini görüyoruz. Bu tepkisizlik veya ideoloji değil midir zaten az önceki çetedeki çocukları yetiştiren?

Baktay bir şekilde yoluna devam ediyor ve kız okuluna varıyor bundan sonra; ama orada hiç hoş karşılanmıyor. Kendi yaşlarında ve cinsiyetinde olan bu çocuklar bile onu dışlıyor. Baktay’ı kimse orada istemiyor, ona yer vermiyorlar. Öğretmen onu kovuyor. Okuldan çıktıktan sonra Abbas’ı buluyor Baktay; ama onları da çetedeki çocuklar buluyor ve yine ellerindeki değneklerle onlara ateş etmeye başlıyorlar. Abbas kendini yere atıyor ölmüş gibi, Baktay kaçıyor. Abbas bağırıyor, “Öl, ölürsen seni rahat bırakırlar.” Öl diyor Abbas. Çocuklar biz Taliban’ız, biz Amerikan’ız sizse teröristsiniz diye haykırırken Abbas, Baktay’a ölmesini söylüyor. Baktay savaş oyunundan hoşlanmadığını söylerken özgür olmak için ölünmesi gerektiğini haykırıyor Abbas. Filmin mesajla dolu kısmı burası. Savaşa dair açık göndermeler var.

image

Bitirmeden önce üzerinde durmak istediğim son bir şey var, o da Baktay’ın defteri. Baktay, bu defteri alabilmek için her şeyi yapıyor, sağa sola koşturuyor sürekli. Evdeki yumurtaları alıp satmaya çalışıyor para kazanmak için. Yumurtalarımı alır mısınız diyor hep. “Yumurta”larını. Her neyse defteri elde ediyor Baktay. Bu defterin onun kişiliğini veya cinsiyetini temsil ettiğini de söyleyebiliriz belki. Zira defteri elde ettikten sonra defter sürekli parçalanıyor Baktay’ın da gördüğü muamelelere paralel olarak. Önce çetedeki çocuklar defterin yapraklarını koparıp uçak yapıyorlar. Uçak erkek üretimi bir ürün olması sebebiyle erkek egemen sistemin simgesi oluyor ve bu çocukların kendilerini Amerikan addetmesiyle savaş uçağı göndermesi bile yakalanabilir bu durumdan; ama burada aslolan durum çocukların Baktay’ı temsil eden bu defteri parçalamaları ve onu mekanik, teknolojik, pragmatik bir ürün olan uçağa döndürmeleri. Bu uçak, uçma eylemi düşünüldüğünde özgürlükle de bağdaştırılabilir elbette; ama bu kimin özgürlüğü ve nasıl bir özgürlük ki başka birini temsil eden bir şeyi parçalayıp yok etmekle ortaya çıkıyor? Baktay yoluna devam ederken karşısına çıkan yaşlı adam da defterden bir parça koparıp ondan bir gemi yapıp dereye bırakıyor. Bu gemiyi yine az önceki uçak gibi, mekanik bir ürün olarak düşünebiliriz; ama bırakıldığı derede batıp çıkan ve nereye gittiği hiç belli olmayan, sadece sürüklenen bu gemi bir yandan Baktay’la ve onun aracılığıyla bütün kadınlarla da özdeşleşiyor çünkü onlar da bir derede ya da zorlu bir yoldalar ve dış etmenlerce sürükleniyorlar. Baktay’ın defterinden sayfa koparan diğer karakter ise kız okulundaki bir çocuk. Baktay’ın ona bir sayfa vermesi gerekiyor onun yanına oturabilmek için. Baktay ile aynı durumda ve konumda olan bir çocuk bile ona düşman. Kendi cinsinden ve yaşından olan bu çocuk bile ona zorluk çıkarıyor ve Baktay’ın yoluna devam edebilmesi için yine defterinden, kendinden bir parçayı feda etmesi gerekiyor.

Tüm bu anlamlar, göndermeler ve belki daha anlayamadığım neler neler sebebiyle beni beynimden vurulmuşa döndüren bir film oldu bu. Filmin adı bile canımı yaktı ve tüm o utancı içimde hissettim. Yönetmenin bu filmi çekerken sadece 19 yaşında olması ise filmi daha da etkileyici hâle getiren apayrı bir durum.