
Suna no onna hakkında bir şeyler yazmayı kendim adına yine cüretkârlık olarak görüyorum; ama günlerdir kafamı kurcaladığı için de yazmadan duramadım. Film, Kôbô Abe'nin aynı adlı romanından uyarlanmış. İzledikten sonra bu kitabı mutlaka okumalıyım diye düşündüm; ama edinmesi zor bir kitap olacak.
Her neyse, filme döneyim. Niki Jumpei, entomoloji ile ilgilenen bir öğretmendir. Birkaç günlük tatilini bir köyde, çeşitli böcekleri araştırıp toplayarak geçirmeyi planlamıştır. Burası deniz kıyısında, çöl denilebilecek derecede kumlarla kaplı bir köydür. Karşılaştığı yerliler vaktin artık geç olduğunu, köyden ayrılamayacağını; ama köyden birinin onu ağırlayabileceğini söylerler Jumpei'ye. Jumpei bu teklifi minnettarlıkla kabul eder ve sorgulamadan etmeden yerlileri izler. Yerliler onu bir kum çukurunda bulunan bir eve götürürler, Jumpei bu çukura ipten bir merdivenle, zorlu bir yoldan iner; ama olanları hâlâ sorgulamaz çünkü yerlilere minnettar olmakla meşguldür. İndiği çukurda yalnızca bir kadın yaşamaktadır. Jumpei gelir gelmez ona "evin reisi"ymiş gibi davranmaya başlar kadın. Bu kadın bu çukurda çalışmakta, geceleyin çukurdaki kumları kazıp kutularla yukarıdaki yerlilere yollamakta ve geçimini sağlamaktadır. Kadın Jumpei'nin de bu işte onlara yardım edeceğini söyler yarım ağızla. Jumpei hâlâ şüphelenmez, sabahleyin uyanıp da merdivenin ortadan yok olduğunu ve o çukura hapsolduğunu anlayana kadar. Yerliler ona tuzak kurmuştur, Jumpei'nin oradan kendi başına çıkabilmesi neredeyse imkansızdır. Jumpei bu olanlara inanamaz önceleri, bağırır, haykırır, bu olayın saçmalığından dem vurur, "beni burada tutamazsınız, bana bunu yapamazsınız," der durur; ama hiçbir şey değişmez. Bir yerden sonra köylülerin dediklerini yapması ve çalışması gerekmektedir yoksa orada aç ve susuz kalıp ölecektir, onlara yiyecek ve içeceği getirenler köylülerdir çünkü. Jumpei bir yandan bu olaya alışmış görünüp bir yandan da kaçış planları yapar. Evde kadınla da işler ilerlemiştir tabii. Filmin sonunda kadının bir çocuğu olacakken Jumpei sonunda kaçma imkanı bulur; çukurdan çıkar, köyün deniz kenarına gider. Daha sonra ise çukura geri dönüp, nereden geldiğini anlayamadığı ama bir tenekede biriktirmeye başladığı suyu inceler.
Filmin olay örgüsü böyle. Bunu biraz daha derine inerek incelemeye çalışacağım şimdi.
Jumpei, bu köye böcek toplamak ve hatta mümkünse yeni böcek türleri bulup isminin literatüre geçmesini sağlamak için geliyor. Onun bu "böcek toplama" eylemi ise kendi başından geçenlerle örtüşüyor. Yaşam ortamından ayırıp küçük şişelere hapsettiği bu böcekler, Tokyo'dan ayrılıp bir çukura hapsolan Jumpei ile özdeşleşiyor. Dediğim gibi, Jumpei isminin literatüre geçmesini istiyor hatta bu konuda bir hırsı var bile diyebiliriz. Bu yüzden ben kendisini gerçek bir bilim insanı sayamıyorum; bilime katkı sağlamaktan çok kendini düşünüyor çünkü.
Deniz kenarında çöl düşüncesi de ilginç bir şey. Deniz, çok zengin bir imge. Rahatlık, özgürlük, ferahlık, yaşam gibi pek çok şey ile bağdaştırılabilir. Kum ise bu ifadelere zıtlık oluşturuyor. Film sürecinde de pek çok kum fırtınası yaşanıyor ve kumda boğuluyor gibi hissediyorsunuz. Bu yüzden Jumpei'nin içine düştüğü çukuru kıstırılmışlık, sınırlandırılmışlık olarak görebiliriz. Deniz pek çok yerde sonsuzluğu da simgeler, çoğu zaman başlangıç ve bitiş yerini göremediğimiz için. Denizin bu sonsuzluğunu bu filmde insanın önüne sunulan fırsatlar, hayatın açıklığı olarak düşünebiliriz. Böylece Jumpei yine kıstırılmış, hayatından ve yaşayabileceği şeylerden uzaklaştırılmış oluyor.
Filmde kadın ile Jumpei'nin hayata bakışları çok farklı. Kadın, küçük bir köyde bir çukurun içinde yaşıyor ve hayatında oradan başka hiçbir yer görmemiş, görmeye pek hevesli de değil. Muhtemelen sonu asla gelmeyecek bir kum taşıma işini sürdürüyor ve bundan hayıflanmıyor. Jumpei ise köye düşmeden önce Tokyo'da yaşıyordu ve gezip görmeye meraklıydı. Bu iki zıtlığın arasında geçen diyaloglar çok önemli. Mesela Jumpei burada yaşamaya nasıl katlanıyorsun, çok sıkıcı ve yorucu diyor kadına. Kadın ise asıl dışarısının, değişikliğin onu yoracağını söylüyor. Jumpei zaten sürekli bir isyan hâlinde, hiçbir zaman böyle yaşamaya alışmayacağım, dışarıda nasıl güzelliklerin olduğunu, önümde nasıl kapıların açılabileceğini biliyorum beni buraya kapatamazsınız vs. diye höykürüyor sürekli. Üstte anlattığım deniz imgesi üzerine bir de filmin son sahnesini, Jumpei'nin denizi görüp vazgeçtiği, çukurdaki küçük su birikintisine döndüğü sahneyi düşünmek gerekiyor burada. Jumpei de kıstırıldığı bu hayata alışmış, dışarının değişkenliği ona korkunç ve yorucu gelmeye başlamıştır. Başkaldırdığı, eleştirdiği hayat stilini sürdürmeye karar vermiştir. Büyük resimden, derin ummanlardan, hayatın çeşmelerinden vazgeçip bir monotonluğa gömülmeyi tercih etmiştir.

Çukur imgesine geçelim şimdi de. Çukur, oyuk, mağara gibi imgeler rahim ile bağdaştırılır şekli dolayısıyla. Hatırlarsak mesela küçükken izlediğimiz çizgi filmlerde bile "doğa ana" bir ağaç kavuğunda ya da mağara ağzında belirirdi çoğu zaman. Bu filmde de çukuru rahimle, kadınlıkla bağdaştırabiliriz. Jumpei gelmeden önce burada sadece kadın yaşıyordu. Köyde de böyle kadınların yaşadığı pek çok çukur var ve yerliler de hepsine aynı şekilde davranıyor, dışarıdan gelen yabancıları buraya hapsediyorlar. Düşünüldüğünde rahim imgesininin doğurganlık, verimlilik ile bağdaştırılması gerekir aslında ama bu filmde bu konuda bir zıtlık doğuyor çünkü burası kumluk ve hatta çöl. Toprağın verimsiz olmasından öteye geçtiğimizde de bu çukurun insanın hayat enerjisini, verimliliğini emdiğini görüyoruz Jumpei'de olduğu gibi. Çukur - kadın ortaklığına dönersek bir de bu toplumun, yukarıdaki erkeklerin kadına, kadınlığa anca çukuru, "aşağıyı" layık gördükleri, kadınların varlıklarını bu çukura indirgedikleri yorumunu getirebiliriz.
Benim izlediğim çeviride köylüler kadına "Say" diye sesleniyorlar, o yüzden ben bunu kadının ismi olarak düşünmüştüm ama herhâlde başka bir şeymiş çünkü IMDb'de kadın, isimsiz olarak geçiyor. Bu kadının ismi yoksa eğer buradan iki çıkarım yapabiliriz: kadının kendi benliği yoktur veya kadın bütün kadınları temsil edecek şekilde onlarla özdeşleşmiştir. Bu film için ikisini de söyleyebiliriz sanırım çünkü bu kadının kendine ait bir yaşamı yok. Doğduğu köyün ona dayattığı kimliği kullanıyor, onların istediği hayatı sürdürüyor. Kendine ait bir hayali, düşüncesi, gelecek beklentisi de yok. Ayrıca bu kadın, köydeki diğer kadınlarla da aynı. Onlar da aynı hayatı sürdürüyorlar çünkü. Bu köyün daha büyük yaşam alanlarının simgesi olarak alınabileceğini düşündüğümüzde de bu köydeki kadınların diğer kadınların simgesi olabileceğine varıyoruz mantıken.
Kadın ile Jumpei arasındaki zıtlıktan bahsetmiştim. Bu zıtlığın bir de ilkel - medeni hâli var. Kadın hayatını sadece ye-iç-seviş-çalış döngüsünde geçiriyor. Jumpei ise Tokyo'dan, büyük şehirden gelmiş. Kendince düşünceleri, hayalleri, ilgileri olan, okuyup yazan bir adam. Bu yüzden film biraz kadın - erkek ayrımı yapıyor gibi görünüyor; ama genele bakıp düşündüğümüzde bu köyle ve köydeki toplumla ilgili bir şey biraz da. Köyde yaşayan erkekler Jumpei gibi değiller çünkü. Kadın gibi hep aynı hayatı sürdüren insanlar onlar da.
Çukur imgesine tekrar dönersek yer altı deyince genelde cehennem düşünülür. Jumpei de burada bir çeşit cehennemi yaşamaktadır, kendi hayatından ve kişiliğinden kopmuş, birilerinin buyurduğunu yaşamak zorunda kalmış, hayatı kelimenin gerçek anlamıyla zindana dönmüştür.
Köylülerin gelip Jumpei'ye "hadi kadınla sevişin de izleyelim," dediği bir sahne var. Bu ilginç bir sahne bana kalırsa. Ben bunu evlilik hayatıyla ilişkilendirmek istiyorum. Köylüleri toplum olarak aldığımızda ve evlilik kurumunu düşündüğümüzde, evlilik çoğu zaman toplum dayattığı için gerçekleşen bir şey diyebiliriz. Bizim toplumumuzda da bulunan "belirli bir yaşı geçtin, işini kurdun, askerliğini yaptın hadi bakalım evlen" algısı gibi. Buradaki cinsellik ile aslında yaşanılan şeylerin, cinselliğin, evliliğin veya herhangi başka bir şeyin, toplum görsün, toplum duysun, toplum onaylasın ve toplum istedi diye yapıldığını gösteriliyor.
Uçuk yorumlarıma devam edecek olursam köylülerin çukuru "yukarıdan" izlemesi zaten onları üst merci olarak damgalıyor ama bunu tanrıya bile bağlayabiliriz. En basitinden "göklerdeki babamız" diye bir ifade var, tanrı yukarıda, göktedir ve insanları "izler" buradaki köylüler gibi. Köylülerin bir kişiyi alıkoyması, onu bir yere kıstırması ve ondan oraya göre bir hayat sürmesini istemesi ile tanrının insanları yaratması, onlara belirli bir hayat alanı sunması bağdaşır görünüyor burada. Hayatın bir hapis olduğunu düşünen pek çok insan var zaten, bu film de bu düşünceye uyuyor. Jumpei'nin çukur dibindeki kumları toplamak gibi saçma sapan bir işle süren bir hayata hapsolmasını da bu düşünceye uydurursak insanların dünyadaki bu saçma sapan işlerle uğraşmaya hapsolduğunu bile söyleyebiliriz.
Belki abartılı çıkarımlar oldu bunlar, bilemiyorum; ama filmin her yanından bir simge fışkırıyor ve bunları anlamlandırmak da izleyiciye kalan bir şey sonuçta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder