Pazartesi, Eylül 29, 2014

Roozi ke zan shodam (2000), yön. Marzieh Makhmalbaf

image

Roozi ke zan shodam, hayatlarının ayrı evrelerinde bulunan üç kadının hikâyesini anlatıyor. İlk olarak Hava'yı görüyoruz. Dokuz yaşına basan Hava, artık dışarıda oyun oynayamayacağını (özellikle de erkeklerle) ve örtünmesi gerektiğini çünkü bir kadın olduğunu öğreniyor. İkinci öyküde Ahoo, kocası onaylamadığı hâlde bir bisiklet yarışına giriyor ve daha pek çok şeyle yarışıyor. Son olarak ise Hoora'nın hayatına tanık oluyoruz. Hoora, yaşlı bir kadın ve eline miras dolayısıyla epeyce bir para geçmiş. Bu parayı ise önceden hep sahip olmak istediği; ama bir türlü elde edemediği şeyleri almak için kullanıyor.

Bundan sonrası spoiler içerir.

Dokuz yaşına geldiği için birden kadın olduğuna "karar verilen" Hava'nın hikâyesinin açılışında denizin ortasında siyah yelkenli bir sal görüyoruz. Deniz; yaşam, yeniden doğum ve özgürlük gibi pek çok şeyin sembolüdür. Hava da bir bakıma yeniden doğmuş sayılabilir çünkü önceki kimliğini, çocukluğunu geride bırakmış ve bir kadın olmuştur, o artık yeni biridir (çevresindekilerin söylediklerine göre). Hava'nın özgürlük durumuna bakacak olursak eğer daha dün arkadaşlarıyla rahatça oyun oynayabiliyor, başı açık gezebiliyorken bugün hayatını tamamen değiştirmesi gerektiği söylenmektedir ona. Çocuk aklı ve yüreği ile pek de kavrayamadığı bu durum, onun bedenini ve hayatını kısıtlamaktadır. Siyah yelken ise kara haber ya da ölüm ile bağdaştırılabilecek negatif anlamlı bir nesnedir ve önce bahsettiğim deniz imgesinin tüm o ferahlığı ve olumluluğuna karşıt düşmektedir. Hava'nın yeni biri hâline gelmesi, onun önceki kişiliğinin ölmesi ile olabilir ancak ve burada da Hava aslında çocukluğunu kaybetmemiş olsa da etrafı tarafından sırf belirli bir yaşa geldiği için o eski kimliğini bir kenara atması dolayısıyla öldürmesi gerektiği söylenmektedir. Bu başkalarının düşünceleine göre gerçekleşen "büyüme" durumu, dışarıda koşup eğlenmesi gereken bir çocukta kara haber etkisi yaratır. Çocukluğu bir kenara bıraksak bile toplumun sizin adınıza ne yapacağınıza karar vermesi, sizi "kapatması" zaten başlı başına bir kısıtlanma dolayısıyla da kötü bir haberdir. Bu yelkenin Hava'nın başörtüsünden yapılmış olmasını göz önünde bulundurduğumuzda tüm bunlar anlam kazanıyor.

image

İkinci öyküye de bir özgürlük simgesiyle, dört nala koşan bir at ile başlıyoruz. Bu atı ise bir erkek sürdüğünden özgürlüğün kimin elinde olduğu belli oluyor. Atı süren bu adam, bir süre sonra bisiklet süren kadınlarla karşılaşıyor. Ahoo, kocasının isteklerine karşı gelip bisiklet yarışına katılmıştır ve kocası onu durdurabilmek için arkasından atla gelmektedir. Bütün kadınların simsiyah, adamın ise beyaz giyinmiş olmasından ve baştaki at-bisiklet bağlantısından bu iki cinsiyetin birbirine karşıtlık oluşturduğunu ve birbiriyle çatışma hâlinde olduğunu söyleyebiliriz. Erkek egemen sistemde çoğu zaman kadınlar doğa ile erkekler ise medeniyet ile bağdaştırılır; kadınlar yalnızca duyguları ve içgüdüleriyle hareket ediyormuş gibi düşünüldüğünden onları hayvanlara ve doğaya daha yakın bulurlar, erkekler ise düşünce gücü ve mantıktan asla uzaklaşmaz gibi gösterilir bu yüzden onlar doğadan daha kopuk resmedilir. Burada ise tam tersini görüyoruz. Adam, doğanın temsili bir atı sürerken kadın, endüstriyel üretim bir bisikleti, medeniyet göstergesini sürüyor. Bu durumda baktığımızda erkek, gücünü doğadan, kanunlardan, kurallardan, şeriattan, toplumdan vs. almaktadır yani neredeyse her şey onun arkasındadır. Kadına baktığımızda ise dört nala koşan bu atın karşısında kadının pedalı çevirebilmek için sadece kendi ayaklarına, kendine güvenebileceğini görüyoruz çünkü onu destekleyen hiçbir şeyi yok. Kadın tamamen yalnız ve böyle de savaşmak zorunda.

Kocasının sözünden çıkıp katıldığı bu yarış, yalnızca bir bisiklet yarışı değil; bir savaş Ahoo için. Ahoo'nun peşinden önce kocası geliyor, sonra kocası bir molla getirip karısını geri dönmesi için ikna etmeye çalışıyor, dönmeyince de molla onları oracıkta boşuyor; daha sonra ailesinin büyükleri onları rezil ettiğini söyleyerek geri dönmesini istiyorlar ondan. Ahoo, belli ki istemediği bir hayattan kaçıyor. Kocasından, kendisine dayatılan "itaatkâr kadın" kimliğinden ya da direkt o toplumun biçimlendirdiği kadın profilinden, özgürlüğünün kısıtlanmasından, asla yanında olmayan aile bireylerinden, ona arkadaşça bakamayan diğer kadınlardan ve daha nicesinden bir kaçış bu yarış. Ahoo, dönmemekte diretse de bu kaçışında arkasına bakmadan da edememektedir. İnsan; geçmişinden, içinde yaşadığı toplumdan, normlardan ne kadar kaçabilir? Ahoo da kaçamıyor ve bir yerden sonra aile bireyleri tarafından durduruluyor.

Bu ikinci öyküye dair bir de mollanın dediği şeylere değinmek istiyorum. Molla, bisikletin şeytan işi olduğunu söylüyor bu yüzden de Ahoo'nun bisikletten inmesini istiyor. Kadınlar da dinlerde genel olarak şeytani varlıklar olarak görülürler; şeytan tarafından baştan çıkarılmaları ve ona kanmaları kolaydır, kendileri de çeşitli planlarla veya güzellikleriyle şeytan rolüne bürünüp erkekleri baştan çıkarabilirler; bu yüzden de kadınların bu erkek egemen sistemin "şeytan işi" olarak adlandırdığı şeyleri yapması, kadınların içlerinde bulunan o şeytani özelliklere bağlanır. Bu şüphesiz ki bir önyargıdan, kadını kötüleyip aşağılayarak ötekileştirmekten başka bir şey değildir. Molla bir de bir yerde "Bu duruma ne Allah ne de ben izin veririm," diyor. Bu söz, sistemin bir erkeğe ve din adamına nasıl bir güç sağladığını ve onu (ne uğruna?) delicesine yücelttiğini gösteriyor.

image

Üçüncü öykünün açılışında küçük yaşta çocuklar görüyoruz. Çocuklar gelecek günleri temsil etmeleri açısından bir umut simgesi olarak alınırlar genellikle; ama burada bu durum öyle değil. Bu çocuklar, biraz olsun para kazanabilmek için çeşitli getir-götür veya taşıma işleri yapan çocuklar. Onların durumuyla bu öykümüzün kahramanı olan Hoora'nın elindeki parayı çeşitli yerlere kolayca harcamasını birlikte düşündüğümüzde önümüze yine bir karşıtlık çıkıyor. Geleceğin insanları sürünürken ve biraz olsun para kazanabilmek için didinirken yaşı geçmiş ve hatta ölmeye yaklaşmış insanlar paralarını rahatça harcamakta ve diğerlerini düşünmemektedirler. 

Hoora'ya dönersek eğer kendisi muhtemelen sefalet içinde geçen bir hayat sürmüş ve şimdi ona epey miktarda para miras kalmış. Bu parayı da önceki hayatında hep istediği ama durumu elvermediği için alamadığı eşyaları almak için kullanıyor. Yatak, buzdolabı, küvet gibi bir evi düzmek için gereken eşyaları alıyor. Bu durumu gören insanlar da ona "Sen zaten yaşlısın bu eşyaları ne yapacaksın, biz genciz bunlar bizde olsaydı," diyerek tepki gösteriyorlar. Hoora'yı bu durumda para harcama meraklısı olmaktan çok, o asla elde edemediği şeylerle kendi bireysel eksikliklerini tamamlamaya çalışan biri olarak görebiliriz. Bu yaşına kadar bir şekilde yaşamış; ama başka biri nasıl olunurdu, başka bir hayat nasıl sürülürdü onu merak ediyor. Hoora'nın ona göre en büyük eksikliği ise bir çocuğunun olmaması. Ona yardım eden çocuklardan onun çocuğu olmalarını istiyor; ama bu tabii ki mümkün değil. Alışverişten sonra bir şeyi almayı unuttuğunu, bir şeyin hep eksik kaldığını ve kalacağını söyleyen Hoora, bu çocuk eksikliğinden ve bu eksikliğin tamamlanamayacağından söz ediyor.

Filmin adı Kadın Olduğum Gün. İlk öyküde kadın olduğu ona "haber verilen" bir çocuk gördük dolayısıyla kendisi kendiliğinden kadın olmuyor, o hâlâ bir çocuk. İkinci öyküde ona dayatılan şeylerden kaçmaya çalışan bir kadın gördük, girişimi başarılı olabilseydi ve bireyliğinin farkında yaşayabilseydi kadınlığına yaklaşacaktı Ahoo. Üçüncü öyküde ise hiçbir zaman anne olamayacak bir kadın gördük ki bir kadının kadın olabilmesi için anne olması gerektiğini savunan görüşlerin baskın olduğu bir toplumda yaşıyor bu kadın ve kendisi de bu düşünceyi benimsemiş; o yüzden de Hoora da tam bir kadın saymıyor kendini. Tüm bunlara baktığımızda ise içinde yaşadıkları toplumda gerçek bir kadın ve birey olmaları pek mümkün gözükmüyor bu karakterlerin. Filmi çok daha farklı okumak belki mümkündür; ama benim çıkarımlarım bunlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder